Siretü’l Kur’an 41. Ders | Tebbet Suresi, Bir Genellemeden Sakınma Dersi

SİRETÜ’L KUR’AN 41. DERS |

Tebbet Suresi; Bir Genellemeden Sakınma | 20.03.2022

‘Şairin ‘Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak.’ diye bir şiiri vardı, çok hoşuma giden bir şiir. Karlı bir kış günü; soğuğa, kara, tipiye aldırmadan buraya gelen tüm dostlar, sizi selamların en güzeliyle selamlıyorum, ekranlarının başında bizi izleyen değerli kardeşlerimi de selamlıyorum. Türkiye’nin ve dünyanın her tarafından Kur’an’ın Hayat Yolculuğu-nda yürüyüşünde ben de olayım, bu kervana ben de katılayım, bu yürüyüşe ben de tanık olayım, şahit olayım; burada benim de izim bulunsun, bu yolda benim de izim olsun; ben de şahitliğimi göstereyim ve şahit olayım, şahit bulayım, şahit kılayım, şahit tutayım, diyen tüm insanlara, tüm güzel insanlara selam olsun, sevgi olsun…

Bugün, Kur’an’ın Hayat Yolculuğu dersimizin…

20 mart 2022 41. Ders. Evet, “41 kere maşallah.” Ne kerameti varsa bu “41”in onu bende bilmiyorum. Kim uydurdu onu da bilmiyorum. Rakamlarda keramet arayanlardan değilim ama yine de 41 kere maşallah, diyorum.

Bugün ki dersimiz, Leheb Suresi; Bir genellemeden sakınma dersi. Bu çok önemli, altı çizilesi bir başlık.

Leheb Suresi: Bir Genellemeden Sakınma Dersi.

Sanırım bu sureye bugüne kadar verilen… böyle spot duyan olmadı, gören olmadı. Dolayısıyla bu spot sanırım ilk, “Genellemeden Sakınma Dersi” yani, ya da “Ebu Leheb bizdense; ben, bizden değilim dersi.” Başlayalım mı? Evet, bu daha güzel oldu değil mi?..

Bismillah; Rahman Rahim Allah’ın adıyla, Allah adına… Merhameti sonsuz, özünde merhametli, işinde merhametli, özünde rahmetli, işinde merhametli Allah’ın adıyla. “Tebbet yedâ ebî lehebin…” “Ebu Leheb’in eli kurusun.” Ebu Leheb kahrolsun değil, Ebu Leheb’in eli kahrolsun. “…Vetebb” “…kurudu da, kahroldu da.”

“Mâ aġnâ ‘anhu mâluhu vemâ keseb” “malı ve kazancı ona hiçbir yarar sağlamadı”, onu ilahi adaletin elinden almadı, onu umduğuna nail etmedi, onu kurtarmadı… İki eli, neymiş mal ve kazanç… O zaman Ebu Leheb’in, malı ve kazancı kurusun… Ebu Leheb’in… mal ve kazanç neymiş? Güç. Ebu Leheb’in gücü kurusun. Ebu Leheb kurumasın, Ebu Leheb var olsun ama onu yoldan çıkaran gücü kurusun. Ebu Leheb’i yoldan çıkaran gücü kurursa eğer Ebu Leheb’i geri kazanırız, Ebu Leheb’i kaybetmiş olmayız. -Ebu Leheb’i bana kul olsun diye yarattım; O gitti: mala kul oldu, kazanca kul oldu, güce kul oldu, kudret ve kuvvete kul oldu, dolayısıyla kendini harcadı. Ebu Leheb’in gücü kahrolsun da kendi kurtulsun…-

“Seyaslâ nâren zâte lehebin” “Günü gelince alevli bir ateşe yaslanacak” Zaten alevini burada kazandı. Götürdüğü alev, vicdanında zaten yanacak. İnsanın cenneti ve cehennemi içinde götürdüğü tohumla ekilir. Hangi tohumu ekerse, sularsa, büyütürse, bakarsa, görürse o tohum büyür. Büyür, cennet olur; büyür, cehennem olur. Ateşini de içinde götürür… Dolayısıyla bir gün o ateşe yaslanacak.

“Vemraetuhû hammâlete-lhatab” “Ve onun karısı odun taşıyıcı.” Yani ateşe odun taşıyıcı. Ebu Leheb’in ateşine odun taşıyan bir kadın, karısı… Ebu Leheb’in ateşini kışkırtıcı, odun taşıyıcı karısı da…

“Fî cîdihâ hablun min mesed” “Onun gerdanında, göğsünde -Hablün bin mesed- çok sarsılmaz bir ip, demirden bir halka yani bir gerdanlık var” amma bu gerdanlık onu köle etti, onu kul etti; Allah’a değil, insana. Yani kötüyü izleyen bir kötü oldu. Karı koca olmak, birbirinin kötülüğünü izlemek anlamına gelmemeli, birbirinin iyiliğini izlemek anlamına gelmeli. Birinin karısı veya birinin kocası olmak onun kötülüğünün varisi olmak anlamına gelmemeli, onun kötülüğünü sürdürmek anlamına gelmemeli, kötülüğe varis olmamalı insan, yakınlık derecesi ne olursa olsun. Yani Ebu Leheb bunu yeğeninden istedi, karısı kötülüğünün varisi oldu, kötülüğünü izledi, istedi ki yeğenim de kötülüğümü izlesin ama yeğeni kötülüğünü izlemedi.

 

I – SORULARLA TEBBET SURESİ

Biraz fazla mı açtım? Yani böyle açmasaydım olmazdı ama… Şimdi daha fazla açacağım bu mübarek beş ayetlik sureyi. Ara sokaklarını, caddelerini geçeceğiz. Ana caddelerini, halterlerini geçeceğiz. Ara sokaklarına gireceğiz, hatta çıkmaz sokaklarına gireceğiz, oraları da seyredeceğiz… Hatta o sokaklar da bazı evlerin, kelimelerin kapısını tıklatacağız, bazı kelimelerin içine gireceğiz, oradan bakacağız, burada ne varmış… Acaba bu hangi galeriyi temsil ediyor? Neyi temsil ediyor… O sokalar, cümleler, o kelimeler, o sokaklarda ki evler? Dolayısıyla onların da… O kelimelerin harfleri de o evlerdeki odalar… Bazen oralara da gireceğiz. Onun için hadi Bismillah; bakalım, gezelim ara sokaklarını Tebbet Suresi’nin…

SURE’NİN GENİŞ ORTAMI VE BAĞLAMI

İniş sırasında 19. Sure. Yani şu anda 19. Suredeyiz. İniş sırası malumunuz… Vahyin, Kur’an’ın bir iniş sıralaması var; o sıralama, nüzul sıralaması dediğimiz, o sıralama üzerinden gidiyoruz biz. Elinizdeki Mushaflarda ki sıralama buna göre değil. Mushaf sıralaması, iniş sıralamasına göre değil. Mushaf sıralaması 3. Halife Osman’ın yaptırdığı sıralama. Elimizdeki Mushaf, o sırlamaya göre elimizdeki Mushaf da, “Osman’ın sıralaması niye böyle yapılmış”ın, cevabını bilen yok. “Niçin”i bilmiyoruz. Neden hemen Fatiha’nın, arkasına Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide, En’am… Niye bunlar?.. Bunlar Medine de geldi. Taa Medine’deki sureler neden Mushaf’ın en başına alınmış? Oysaki bunlar, tabiri caizse “parantezi açan” sureler. Bunlar, tamamen muamelatla ilgili ama Mekki Sureler: temel ilkeler olan; ahlaki ilkelerle, vicdani ilkelerle, akli ilkelerle, irade ilkeleriyle dolu. Yani esas olan o, temeli neden yukarı çıkarılmışta bina ters döndürülmüş bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Ancak birtakım değerlendirmeler yapabiliyoruz, yorumlar yapabiliyoruz. Onun için doğru olan indiği sıra. Peki indiği sırayı, şaibesiz hiç tartışmasız bir biçimde önünüze koyabilir miyim? Bu konuda çok çalıştım ama hayır. Koydum da şuanda benim de bir sıralamam var. Tarihte 10’u aşkın nüzul tertibi var. Başta İbni Abbas’ın, Hz. Ali’nin, efendim, Abdullah ibni Mes’ûd’un ve diğer bazı sahabelerin nüzul tertipleri var. Osman’ın da nüzul tertibi var, ayrıca Mushaf sıralamasında. Ama bu tertipler arasında farklar var, hepsi birebir aynı değil. Yani  Kur’an, mutlaka bir tertibe göre indi, indi ama bu tertip bize mevsuk olarak, tartışmasız bir biçimde gelmedi bu sıralama, sure sıralaması. Dolayasıyla, biz onu, birtakım karineler yoluyla bulmaya çalışıyoruz. Ben bu konuda önce bir usul koydum, usulü de mealimin girişindeki 33 sayfalık nüzul bölümünde yazdım. Kendi tertibimi, neye göre yaptım diye. Ve ondan sonra da işte, tertibimi ortaya koydum. Kendi tertibimde 19. sırada yer alıyor bu sure. Mushaf sıralamasında ise 111.  Sure.

Mâ’ûn-Kâfirun-Tebbet… Biliyorsunuz, bu sureden önce efendim, Kâfirûn’u işledik, ondan önce Mâ’ûn’u. Mâ’ûn’da bir tip vardı, kimdi o tip? “Namaz kılan dinsiz”. Bunu biliyoruz artık.

Mâ’ûn Suresi ‘namaz kılan dinsiz’ diyor birine, kim o?

1- Bir dezavantajlı sınıfları, ezilmiş, altta kalmış, efendim bir biçimde toplumun tabanında yaşayan, altında yaşayan… toplumun sırtına bindiği kesimleri ki onu temsil eden; yetim orada. Yetim’i itip, kakan bir tip o.

     2- Dahası,  açı doyurmayan bir tip yani paylaşmayan; serveti malı sanan, serveti mülkü sanan… emanet, değil de mülk sanan ve serveti kimseye koklatmayan, servetle sınavı reddeden bir tip. Servet, bir sınavdır; servet, bir emanettir. Ama  bu tip serveti bir sınav olmaktan çıkarıyor serveti bir mülkiyete dönüştürüyor ve kimseyle paylaşmıyor. Ve bu ikincisi,

     3- Dahası, bu tip, yardıma da engel oluyor. 7. ayet Mâ’ûn… Dolayısıyla yardımı engelliyor. Garip, yardımı engelleyen herkes, bu tipe giriyor aslında. Şimdi,  yardım etmemek bir cinayet, yardımı engellemek bin cinayet düşünebiliyor musunuz?..  Birinin, herhangi bir sebeple, birine yardımını engellemek, bin cinayet. Mâ’ûn Suresi’nin kapsamına giriyor, işte böyle bir tip çiziliyor Mâ’ûn Suresi’nde. Ve söyler misiniz? Bu sorun o günde mi kaldı?.. Yani bugün böyle bir sorunumuz yok diyebilir miyiz? Dolayısıyla, yani “bu sure tarihsel, konusu da tarihte kaldı, bugün bizi ilgilendiren herhangi bir şeyimizi ilgilendirmiyor.” diyen dünyada biri çıkabilir mi?.. Kur’an’a inansın, inanmasın… hatta Kur’an’a karşıt biri olsun, böyle bir şey söyleyebilir mi? Bugün insanlığın paylaşmakla ilgili bir sorunu yok, insanlığın, altta kalanları ezmekle ilgili bir sorunu yok, insanlığın, sınıf sorunu yok, sınıf çatışması yok, insanlığın açlık, yoksulluk sorunu yok, insanlığın servet sorunu yok… Servetin, adil paylaşımı, sosyal devlet… Yani “servetin adil paylaşımı sorununu hallettik biz” diyen bir dünya var mı? Yok. O zaman Mâ’ûn Suresi tarihte kalmadı. Bugüne geliyor, bugünün sorunu, aynı sorun devam ediyor. Çünkü  insanın içinde zalim bir taraf var, insanın içinde bencil bir taraf var, insanın içinde narsist ve egoist bir taraf var. İnsanın içinde, maalesef kötü bir taraf var. Bir taraf var… Onu terbiye etmezse, onu eğitmezse, onu yönetmezse, insan güdülerini yönetmezse, hırsını yönetmezse şehvetini yönetmezse, öfkesini yönetmezse, içindeki o kıyıcılığı-zalimliği yönetmezse… İnsan hem kendi başına hem insanlığın başına hem de yaşadığı toplumun başına bela olur. Dolayısıyla Mâ’ûn’da tarif edilen tip bu.

Kâfirûn Suresi’nde de bir tip tarif ediliyor.

Kul yâ eyyuhâ-lkâfirûn”. Evet, Kâfirûn deyince biz şimdi, terim anlamıyla alıyoruz. Çünkü çocukluğumuzdan beri kulağımıza hep “Kafir” terim anlamıyla… Yani bir ötekiler, karşı taraf, bizden olmayanlar, bizim gibi inanmayanlar, Müslüman olmayanlar vs… Böyle bir içeriği doldurulmuş ve ağzı mühürlenmiş bir paket olarak geliyor bize. Oysa ki bu Sure’nin ilk indiği toplumda böyle bir terim anlamı yoktu, terim anlamı yoktu. Bu kelimenin anlamı o toplumda: Tohumun üstünü örten çiftçiye denir. Ne kadar masum, anlatabiliyor muyum?.. Ama bu terim, terimleşmeden önce Kur’an’ın kastettiği de yine bugünkü anlam değil. Hangi anlam ya? Hakikatin üstünü örtenler. Nedir  o hakikat? Bir önceki sureye gidersek anlarız. Mâ’ûn Suresi’ne gidersek -Kâfirûn’dan önceki- anlarız. Nedir o hakikat? Yahu böyle bir sorun var. Nedir bu sorun? Yani avantajı olmayan, dezavantajlı, altta kalmış, yetim, mağdur, öksüz, aç, kimsesiz sınıflar var, bunlar altta kalmışlar, eziliyorlar, bunların ezildiği gerçeğini reddetmek kafirliktir diyor. Nasıl buldunuz?..  Açıklayıcı değil mi? Bağlantı ne kadar güçlü değil mi? Ne alakası var ya? Bir önce, bir gün önce veya bir hafta önce, en fazla periyot haftalık olmalıdır bu sureler arasında. Bir hafta önce mesaj inmiş, bir bildiri inmiş, ilahi bir bildiri. Orada Mâ’ûn Suresi adı altında bir bildiri. Bir hafta sonra da Kâfirûn adı altında bir bildir inmiş. Bu ikisi arasında bağlantı mutlaka olmalı. Süreyi diyor çünkü süreklilik var, önümüzde akıllı bir hitap var. Dolayısıyla, ondan sonrakilerle de bağ kurmamız gerekmiyor mu?.. Evet. Bir sonraki de Tebbet. Tamam…

Kâfirûn burada, ne diyor?

“Tapmam sizin taptığınıza, tapmayacağım asla. Siz de benim taptığıma zaten tapmadınız.” Yani, Allah dediniz, Allah’a inanıyorsunuz. Yani, sor onlara gökleri ve yeri kim yarattı? “leyekûlunna(A)llâh” “Elbette Allah yarattı diyecekler.” Kim bunlar? Müşrikler. Müşrikler, Allah’a inanıyorlar, gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğuna inanıyorlar. Bu ayetle sabit. Bu ayet, bu okuduğum. Peki sorun ne? Burada, peki “tapmam sizin taptığınıza, siz de benim taptığıma zaten tapmayacaksınız ve tapmadınız geçmişte de.” demesinin sebebi ne peki? “Allah” diyorlar, Allah’a inanıyorlar, Allah’a bir de aracılar kılıyorlar, bizi Allah’a şunlar şunlar, şunlar ulaştıracak diyorlar. Evet, evliyalarını aracı edinmişler. Vedd, Suvâ, Yeğus, Yeûk, Nesr beş tane put. Bunlar önceki kavimlerin velileriymiş, veli diye inandıkları daha doğrusu. Bunlar, evliya diye inandıklarıymış. Kur’an’da sayılan bu putlar. Dolayısıyla evliyalarını biz işte… Evliyalar yanlış bir kullanım da o kadar yaygın bir yanlış ki ben bile efendim, bu yanlıştan vazgeçemiyorum. Evliya zaten çoğuldur. Evet, velilerini Allah’a kendilerini ulaştıran bir aracı olarak görüyorlar. Kutuplarını, gavslarını, javsların, cavslarını… Efendim, ondan sonra Allah’ın bazı sıfatlarını insanlara yakıştırıyorlar, Allah’ın bazı sıfatlarını insanlara yakıştırdıklarında insanları Allah’ın yerine koyuyorlar. Allah’ın yerine koydukları insanlardan, Allahtan korkar gibi korkuyorlar, Allah’ı yüceltir gibi yüceltiyorlar, Allah gibi bakıyorlar onlara. Onlara, Allah gibi bakınca onlar Allah olmuyor, şeytan oluyor. Onlar, başlarına bela oluyor hem kendi başlarına hem başkalarının başlarına… Ve onlar, Allah’tan rol çalıp, Allah gibi yapmaya kalkınca Allah olamıyorlar ama şeytan olabiliyorlar. Allah olmaya kalkan her insan, Allah olamaz ama şeytan olması garantidir. Dolayısıyla, Kâfirûn Suresi’nde böyle bir tip, çiziliyor.

Ve geldik Tebbet Suresi’ne…

Evet, şimdi Tebbet’i bu bağlamda anlayacağız işte. Yani Tebbet’te çizilen… ki tip belli zaten Ebu Leheb. Bu bir kişi. Kur’an’da, çağdaşları içinden tek adıyla anılan kişidir bu… Üstelikte peygamberin amcasıdır. Çok ilginç… Kur’an’da, çağdaşlarından iki kişinin ismi geçer; biri olumlu, biri olumsuz. Olumlu geçen: Zeyd; Olumsuz geçen: Ebu Leheb. Zeyd: Azatlı köle, altta kalmış, dezavantajlı sınıf, mağdur, mazlum. Ebu Leheb ise: “Ğadir” yani zalim, yani müstekbir, yani burnu havada, kibir abidesi, yani narsist, yani sadist, aklınıza ne gelirse söyleyebilirsiniz ve tabii ki “Makyavelist”. Narsist ve sadist mutlaka makyavelist olur. Dolayısıyla, yani amacına ulaşmak için her şey mübah, pazarlık yapar. Göreceğiz…

Allah Rasulü, İsa Nebi’nin misyonunu üstleniyor!

Tanrı’nın evini, ticarethaneye çevirdiniz.’ diyordu ya İsa Nebi. ‘Ey engerek soyu!’ diyordu. Matta’da var, iki İncil’de daha var. ‘Ey engerek soyu! Bu tapınağı yıkın onu da, onu yeniden yapacağım.’Bu tapınağı’ dediği hangisi? Kudüs’teki Süleyman Tapınağı. Oraya girdi, o tapınağın girişinde masalar vardı… Masalar banker masalarıydı. Niye, Banker masalarının ne işi var?.. Çünkü tapınakta baş rahip ve rahipler sınıfı, gelen roma parası da dahil hiçbir altın gümüşü içeri sokmuyorlar, orda bozduruyorlar, tapınağın resmi parasına çevirtiyorlardı. Neydi o? Şeker. Tapınağın resmi parasına çevirirken bir kere para, verdiğiniz altın, verdiğiniz gümüş kafadan yüzde elli, yüzde otuz kaybediyordu. Devalüasyon orada başlıyor. Anlatabiliyor muyum?.. Bozacak ya, içerideki haramiler adına, orada tapınağın, Süleyman Tapınağı’nın yani bugün Kudüs’teki Harem-i Şerif’te bu tezgah kurulmuş. Masalar var, masaların başında bankerler var. Bunların hepsi baş rahibe çalışıyor, baş rahip. Dolayısıyla, orada bozarken altından, gümüşten her neyse, değerli eşya neyse, hepsinden bir yüzde zaten kesiliyor. Çünkü “rayici” kendileri belirliyorlar, “kuru” kendileri belirliyorlar. Neyin kuru, nedir? Kendileri beliyorlar. İçeride kurban alacak, ‘İçeride nerede para harcayacak?’ diyeceksiniz. Kurban kesmeye geliyor. Kurban alacak, Kurban edecek, o kurbanda hiç işe yaramayacak, eti yenmeyecek. Ne oluyor? Yakılıyor. Sunaklarda yakılıyor. Evet,  Yahudi kurbanları yakılırdı. Hiçbir işe yaramıyor ve bunu da baş rahip, tanrı adına kabul edecek… Yani oraya bir tezgah kurulmuş, korkunç bir tezgah, inanları soyan imanları soyan bir tezgah… işte bu… İsa’nın yıktığı o masalar… Allah Rasulü’nün de yıktığı Mekke de masalar vardı. Bu masaların en büyüğü, bu ofislerin en büyüğü, bu bankerlerin en büyüğü Ebu Leheb’ti, Amcası…

 

İYİYE YAKIN OLMAK KÖTÜYÜ AKLAMAZ

Değil mi, İyiye yakın olmak, kötüyü aklamaz. Kim gibi?

Nuh’un oğlu gibi; Kenan. İyiye yakındı, iyinin oğluydu, Nuh’un oğluydu, baba peygamberdi. Kenan’ı akladı mı bu? Aklamadı.

Babaya örnek var; İbrahim’in babası Azer. Peki oğlu peygamberdi. Babayı akladı mı oğlunun peygamber olması, babayı kurtardı mı? Kurtarmadı.

Kocaya örnek var: “Asiye”, Firavun’un azize karısı; muhteşem bir kadın bu. Tahrîm Suresi 11. Ayete bakın! Onun hayatı, bir ayette nasıl özetlenmiş görün!.. “Ya Rabbi!” diyor… İşkence altında kocasının kötülüğünü takip etmiyor, kocasının zulmünü takip etmiyor. Sarayda yaşayan bir kraliçe bu. Bir kraliçe!.. Sarayda yaşıyor, tacı başında ama tacını da, sarayı da, konforu da bir tarafa atıp “Ben, senin zulmüne alet olmayacağım.” diyor. Yiğitliğe bakar mısınız?.. Şehide, ne veriyor bu uydurulmuş dinciler, kaç huri veriyorlardı? Peki Asiye, bu işkence altında öldü… Bu da şehit midir? Sizin zihniyetinize göre şehit olması lazım; buna ne var?.. Hiçbir şey vermiyorsunuz siz ya, uydurmamışsınız, unutmuşsunuz veya aslında işinize gelmemiş. Uydurmuşsunuz hep erkeklere uydurmuşsunuz. Evet yakalandınız, yakalandınız… Sahtekâr olduğunuz nasıl ortaya çıkıyor bakınız. Bunların uydurma olduğu nasıl ortaya çıkıyor. Böyle bir Allah olur mu?.. Allah kadıncı veya erkekçi olabilir mi?.. Allah cinsiyetçi olabilir mi?.. Allah herhangi bir cinsiyeti diğer cinsiyetin aleyhine kayırabilir mi?.. Neyse geçelim… Evet koca var… Asiye; Firavun’un eşiydi, kraliçeydi, tacı ve tahtı vardı ama reddetti. Kocasının kötülüğünü reddetti.

Karı var;‘koca’ dediğim için ‘karı’ dedim kusura bakmayın. Karı aslında Türkçe de kötü bir şey değil, kötü anlama gelmez ama bugün, kaba… artık, efendim bir argoya dönüştü. onun için kusura bakmayın. Bu ikisi birlikte anılırdı onun için anıyorum.- Lut’un karısı… “İmrae” tam da bizim “karı” kelimesiyle karşıladığımız şey. Tabii “herif” diyeceğiz buna da değil mi? Diyelim tabii, olur yani. Herif olur… Lut’un karısı ne yaptı? Kocasının iyiliğini takip etmedi bu da tam tersi. Ümmü Cemil’in tam tersi. Kocasının kötülüğünü takip edenler, kocasının iyiliğini takip edenler, kocasının iyiliğini reddedenler… Bir de bu örnek var. Hani, sakın arkana bakma, denmişte, arkasına bakmışta, helak olmuş, değil, alakası yok. Bu bir mecaz. Zaten bu surede mecazı da göreceğiz. Nedir arkasına bakmak? Yüreği arkada kaldı, aklı arkada kaldı, gönlü arkada kaldı. Niye? Aslında kendisi o kavme mensuptu, Lut kavmine mensuptu. Lut, tırnak içerisinde “İç güveysi” gibi bir şeydi yani kavme damat geldi, anlatabiliyor muyum? O kavme damat geldi. Dolayısıyla ve görevlendirildi, ilahi mesajı iletmekle görevlendirildi ve o kavmi terk etti. Karısı ise kavmi seçti; adaleti değil, zulmü seçti, kötülüğü seçti, onun için bir örnekte orada var.

Amcaya örnekte: Allah Rasulü, Nebi’nin amcası… İşte, gördünüz değil mi… İyiye yakın olmak, kötüyü aklamaz… Burada ne diyor aslında: Babanız peygamber olsa, oğlunuz peygamber olsa, kocanız peygamber olsa, yeğeniniz peygamber olsa siz istemedikçe talep etmedikçe hidayet yok. Kafadan yok. Kontenjan yok. Seyit şerif yok. Anlatabildim mi?.. Bitti…

 

KUR’AN’DA GEÇEN VAHYE ÇAĞDAŞ İKİ İSİM

Ebu Leheb: Ezen, zalim, kibirli, azgın…

Zeyd: Hürken köleleştirilmiş, ezilen, mazlum, mağdur, azatlı birisi. Söylemiştik bir de okumuş olalım.

EBU LEHEB KİMDİR?

Asıl ismi Abdu-luzza. Ebu Leheb ismi değil, lakabı. Kur’an’ın verdiği bir lakap olduğunu sanmıyorum. O gün kullanılan bir lakap olsa gerek bu da kim denmemiş çünkü. “Al yanaklı” anlamına geliyor. Leheb: alev demek. Ebu Leheb: alevin babası demek, alev babası. Al yanaklı imiş yani beyaz tenliymiş veya kırmızı tenliymiş. Kızınca kızaran… Hazreti Ayşe’nin lakabı da onun için Hümeyra’dır. Hümeyra: Beyaz tenli al yanaklı demektir aynı zamanda; o da öyle… Kızınca kızaran biri olduğu için öyle denmiş, derler. Bir de ateşe layık, aleve layık olduğu için öyle denmiş, derler, hangisi tabii bilemiyoruz.

624’te bir salgın hastalıktan ölüp, bir çukura gömüldü. Kalaslarla itildi çukura, çünkü hastalık buluşmasın istiyordu. Hiçbir evladı yakını da yanına yaklaşamadı. Aslında bunda bir gariplik yok. Bu Ebu Leheb’e de has bir şey de değil. İşte günümüzde de gördük… Efendim, salgın hastalıklarından dolayı ki geçmişte veba salgınlarında da çok görülen bir şey ama tarihsel olarak bir kimliği var böyle.

Allah Rasulü’nün amcası olur, evet. Öz amcası diyecek miyiz? Anneleri ayrıydı Abdullah’la. Rasulullah’ın babası Abdullah’la Ebu Leheb’in annesi aynı anne değil ama babalar elbette ki aynı.

Sakallı, sarıklı, cübbeli bir din satıcısıydı. Evet, evet bir kucak sakalı vardı. Ebu Leheb sakallıydı, Ebu cehil sakallıydı, Utbe sakallıydı, Şeybe sakallıydı, Umeyye b. Halef sakallıydı,  Ubey bin Halef sakallıydı… Dokuzlu çetenin içinde bir tane sakalsız adam yoktu. Hepsi de sarıklıydı anlatabiliyor muyum?.. Mekke’nin dokuzlu çetesi var ya ‘Tis’ate rahtın’ diye gönderme yaptığı Kur’an’ın, dokuzlu çete. O çetenin hepsi de sakallıydı. Evet, bak bende sakallıyım. Zaten insanlar öyle yapıyorlar işledikleri günahı hafifleştirip, işledikleri sevabı büyütüyorlar. Kendi  sakallıysa eğer “sakal, sünnet” diye bangır bangır bağıracak değil mi? Alakası yok. Sünnet, bu falan değil. Anlatabiliyor muyum?.. Yani sakaldan, sarıktan, şundan, bundan, kabaktan sünnet olmaz. O başka bir şey. Kur’an’da 16 kez geçen bu kelime, Allah Rasulü’ne nisbetle bir kez kullanılmaz, Allah’a nispetle kullanılır “Sünnetullah”… ve oda değişmez ve bozulmaz olarak nitelenir üç yerde, “felen tecide lisunneti(A)llâhi tebdîlâ” “Allah’ın sünnetinde, yasasında bir değişme bulamazsın, bir bozulma bulamazsın.” Peki, Allah’ın sünnetine bu kadar vurgu yaparken Kur’an, herhangi bir hadis kitabında, herhangi bir fıkıh ve kelam kitabında “Sünnetullah” diye bir bahis gördük mü? Sıfır, sıfır… Onun için, bugün, ümmet olmayan bu ümmet, “Allah’ın Yasaları” olduğuna inanmıyor. Kainatta Allah’ın bozulmaz yasaları olduğuna inanmıyor. Onun içinde keşif yapamıyor, buluş yapamıyor, icat yapamıyor, maddeyle ilgilenmiyor, fizik bilmiyor, bilmeye çalışmıyor, kimya ile uğraşmıyor, ilgilenmiyor… Çünkü bunlar, “Allah’ın Yasaları”nı ele veriyor. Matematik bilmiyor. Matematik o kadar bilmiyor ki 16 yaşındaki çocuk milyarla konuşuyor. “Yavrum sen daha doğmadan altı sıfır atıldı.” dedim birinde. 6 sıfır atılmışken sen doğmamıştın. Bu “çok sıfır aşkı” nereden kaynaklanıyor? Milletin kafasından “çok sıfır”ı silemediler bakın… Nasıl bir aşıklık bu? Nasıl “çoğa aşıklık” anlatabiliyor muyum? Bunun Sosyo-Psikolojik tahlili yapıldı mı peki? İlginç gelmiyor mu size, bana çok ilginç geliyor. Neye altı sıfır, -taa bilmem kaç yılında atılmışta- sen atamadın hala?.. Neyine bu kadar kucaklıyorsun, niye bu kadar sevdin altı sıfırı? Böyle… Bunun tahlili yapılmalı aslında, doktoralık bir konudur bence. Sadece bu değil; rakamlar, rakamlarla aramız hiç hoş değil, hiç hoş değil. Hiçbir rakamı olduğu gibi kabul edemiyoruz. Siz hiç ananınızın, babanızın yaş tartışmasına denk geldiniz mi? Yok 40 doğumlu, yok 43 doğumlu. Yahu, anası şöyle dedi de, babası böyle dedi de, kınalı kardan 3 sene sonra, 5 sene evvel,10 sene sonra doğdu da falan… Ne olacak, niye?.. Osmanlı arşivlerinde: Çanakkale de, hayatını kaybeden asker sayısı -yani asker, sivil- tüm kayıp sayısı elli beş bin küsurdur. Ee  iki yüz elli bin yapmadan durulur mu o; durulmaz tabi ki. Onla çarp canım çarp, bir şey olmaz canım, Allah’ın kesesinde rakam mı yok, çarp sen. Ama  gerçeklerle nasılsın? Gerçeklik algın bozuluyor farkında mısın? Gerçeğe hiç saygın kalmıyor farkında mısın? Hiçbir şeyi olduğu gibi kabullenemiyorsun farkında mısın? Hiçbir şeyi olduğu gibi kabullenemezsen ne Allah’ı olduğu gibi, ne peygamberi olduğu gibi, ne dini-imanı olduğu gibi, ne hakikati olduğu gibi, ne eşyayı olduğu gibi, ne kendi hayatını, ne zaaflarını, ne hatalarını, ne günahlarını da kabul edemiyorsun… İnsan tipimiz bu, buyur… Evet…

Mekke’deki köleci ve sömürücü düzenin elebaşıydı.

Dokuzlu çetenin reisiydi, müşrik Mekke’nin baş “oligark-ı” idi. -Bugün çok meşhur bir kavram ben de kullanmış olayım.- Mekke’nin baş oligark-ı…

Tefecilik… Gerçekten de Mekke, oligarşi ile yönetiliyordu. “Dâr’un-Nedve” Mekke’nin meclisiydi. Dâr’un-Nedve’de Mekke’nin ileri gelen uluları, o meclisi oluşturuyorlar, harp kararlarını falan onlar alıyorlardı. Dolayısıyla, oligark-lar işte bu dokuzlu çete idi. Bunların başında iki kabile geliyordu; biri Ümeyyeoğulları, biri Mahzumoğulları’ydı. Mahzumoğulları, Ümeyyeoğuları’ndan daha güçlü idi mali olarak, maddi olarak, ekonomik olarak çok daha güçlü, zulüm olarak da öyle idi. Evet dokuzlu çetenin reisi…

Tefecilik, kölecilik, Kâbe ve hac sömürüsü: Bunların, ana gelir kapılarıydı. Düşünün yılda bir hac yapılıyor ve gelen hacılar, birer ticaret unsuru olarak görülüyor. Hac ibadeti, tamamen gelir kapısına dönüştürülüyor. Yani hac-dan gelir elde etmek başka bir şey, haccı azarlamak başka bir şey, haccı ekonomik bir sömürü aletine, aracına dönüştürmek daha başka bir şey… Dolayısıyla bunlar, böyle yapıyorlardı. Kâbe pazarlıyorlardı. Kâbe’nin içine putların girmesi, her giren puta inandıkları anlamına gelmiyor. 360 put vardı, diyorlar. Yok, Kitâbü’l-Esnâm’da saydım ben, 26 put çıktı çıka çıka. Ama siz bunun yanına bir kat daha koyun. Bilmem, 360’ı nerden buldular? Her güne bir put mu falan… Ama her hâlükârda bölgeye gelen, oraya ticarete gelen, hacca gelen herkes putunu getirmeye de izni vardı. Sende getir putunu, koyalım Kâbe’ye. Niye?.. Putunu da alda gel, ne olursan ol gel, gel, gel, putunu da al da gel, yeter ki gel. Niye? Gelirse ticaret artar, ticaret artarsa bizim kazancımız artar, bu. İlkesi yok. Dolayısıyla  böyle bir zihniyet, böyle bir anlayış ve işte bir sömürü haline getirmişlerdi gerçekten.

Taif’te üzüm bağları vardı, özellikle Ebu Leheb’in. Ovalardan şarap işlikleri vardı, şarap yapılıyor, bölgeye dağıtıyor, bölgeye satıyor idi bunları. Tabi bunun dışında büyük, iki bin develik kervanlar kaldırıyor idi. Gazze de ofisi vardı. Çok ilginç değil mi?.. Mekke, Gazze arasında mekik dokunuyor idi. Unutmayın, Allah Rasulü’nün babası Abdullah, -yani gerçeği en yakın rivayet- onun Gazze de vefat ettiğidir. Ticari bir sefer için Gazze’ye gitmişti, Gazze de vefat etti. Bir rivayette Medine’de vefat ettiğine dairdir. Ama eğer Medine’de vefat etseydi, vefat eden annesinin bildiğimiz gibi babanın mezarını da biliyor olmamız lazımdı, diye düşünüyorum.

Sasani ve Bizans sarayında itibarı ve dostları vardı Ebu Leheb’in. Muhafazakar atalar dinine inanır, kendini İbrahim Nebi’ye nispet ederdi. Evet, Ebu Leheb ilginçtir, hepsi öyledir. Mekke müşriklerinin tamamı: “atamız İbrahim, bizim atamızdır, onun dinindeniz.” derlerdi. Evet, “Biz İbrahim’in dinindeniz” yani “biz şu dindeniz, biz şuna iniyorduk” demekle ona inanıyor sayılmıyor işte. Sizin kendiniz için ne dediğiniz değil, Allah’ın sizin için ne dediği önemli.

 

AMCA EBU LEHEB’İN YEĞENİYLE İLİŞKİSİ

Amca, dünür, kapı komşusu: Yani  üç çeşit ilişkisi var Allah Rasulü ile.

Amca: Evet, biraz önce söyledim

Dünürü Rasulullah’ın. Nasıl dünür?  Rasulullah’ın iki kızı Ebu Leheb’in iki oğlunda, iki kez dünür. Anlatabildim mi?.. Aynı zamanda,

Kapı komşusu: Ebu Leheb ile Allah Rasulü.

Ebu Kubeys’te: Ebu Leheb’den notlar aktırıyorum şimdi, kişiyi tanımanız için aldım bunları, anekdotlar. Allah Rasulü ile ilişkisinde öncekinde bir problem yok, öncesinde. Yani Rasulullah’la kan davalı falan değil, yani Allah’ın Rasulü olmadan önce Abdullahoğlu Muhammed iken… Ebu Leheb’in, Abdullahoğlu Muhammed ile arası iyi, iyi ki iki kızını vermiş. İyi ki iki oğluna onun kızlarını almış, istemiş yani. Dolayısıyla arası çok iyi. Abdullahoğlu Muhammed’le arası olan amcanın Muhammedü-r-Rasulullah ile arası niye kötü?.. Bu ayrımı vermek için, bunun üzerinde durdum. Yani Abdullahoğlu Muhammed’i seven Ebu Leheb, Muhammedü-r-Rasullah’tan niye nefret ediyor? Problem bu. Bu soru önemli. Evet…

İlk tepki burada. Nerede? İlk vahiy alınmış, Allah Rasulü bugün işte… Ebu Kubeys’te kalmadı değil mi? Yerinde saray duruyor. Bugünkü sarayın olduğu yerde bir tepe vardı, o tepenin ismi “Ebu Kubeys tepesi”. Kâbe’nin dört tarafında dört tepe var zaten. Birinde Sebir Dağı var birinde Hit Dağı var dolayısıyla Ebu Kubeys Dağı da bir tarafında. Biliyorsunuz, işte hacıların otobüslerinin kalktığı, yaslandığı dağ o. Ebu Kubeys Dağı. Orada topladı bir yemek verdi Resulullah. Ondan sonra dedi ki: Allah’ın vahyi var, size mesaj var, şu, şu, şu… Ebu Leheb ilk tepki gösteren oydu; ‘Hay kahrolası! Bizi buraya bunun için mi topladın?’… der. Ne? Ya bir dinleyelim değil mi, bir anlayalım, bir duralım, ne diyor? Yeğenim ne diyor, neye çağırıyor, ne istiyor bizden? Yeğenimin tanrısı bizden ne istiyor? O bizim de Allah’ımız. Acaba lehimize mi aleyhimize mi? Yok, böyle bir şey yok, anlamanın peşinde herhangi bir talebi yok Ebu Leheb’in. Ebu Leheb’lerin hepsi böyledir. İstikrarı savunuyor yani, istikrar adamı. Niye? İstikrar dediği aslında kendi kesesine çalışan değirmen. Anlatabiliyor muyum? Düzen ve dümen bozulmasın istiyor. Sömürü bozulmasın istiyor. Çark kurulmuş, tıkır tıkır işliyor ve biri çıkmış çarkın içine taş atıyor, çarkı durduracak. Sen misin çarkın içine taş atan, çarkın için sopa sokan, demir sokan? İşte bu, hay kahrolası…

Adam  satıcılık: Ebu Leheb’in çok iyi bildiği bir şey bu. “Yeğenim yalancı” diyor. Şimdi Rasulullah: insanların çıkıyor karşılarına, söylediği sadece demin okuduğumuz ayetler, sureler ya, yani Mâ’ûn Suresi. Okuyor  yani… Söylüyor: Yetimi koruyun diyor, açı doyurun diyor, düşmüşü kaldırın diyor, öksüze sahip olun diyor, malı paylaşın diyor, pintilik yapmayın diyor, zulüm etmeyin diyor, zalim olmayın diyor, adaleti tesis edin diyor, aldığınızı verin diyor, borcunuzu ödeyin diyor… Yani yoksula, düşküne, yetime bakın diyor. Başka bir şey, dediği bir şey yok. Bu, beklentisi bu. Ne diyor? Arkasında tin tin gidiyor, kocaman adam. Allah Rasulü’nün konuştuğu adamı yakalıyor; pazarda, panayırda, şurada, burada, Ukaz’da… Efendim, başka yerlerde: ‘Biraz önce seninle konuşan, sana bir şeyler söyleyen var ya o benim yeğenimdi ben onun amcası olurum. Sakın inanma, yalan söylüyor.’ Şimdi, tam da bugünkü uydurulmuş dincilerin kafasına geldik mi?.. Amcasından iyi mi bilecen?.. Ben de babamla din konusunda hiç anlaşamadım. Hiç… Aynı yerde değildik, aynı şeye de inanmadık. Şimdi babasından iyi mi bilecen?.. Amcasından iyi mi bilecen?.. Kafaya bakar mısın? Amcasından iyi mi bilecen, hadi bakalım. Amca,  arkasında tin tin geziyor, yeğenini amcasından iyi mi bileceksiniz arkadaşlar? Amca ne diyor, yeğen ne diyor onu bir de duy. Sen ne diyorsun amca, sen ne diyorsun baba, sen söyle bakiyim ne diyorsun? Bu ne diyor, sen ne diyorsun; ikinizde konuşun bir dinleyelim ondan sonra tartalım, vicdan tartalım, akıl terazisinde tartalım, Allah terazisinde taratalım değil mi? Baba olmak, amca olmak, evlat olmak artı puan mı? Bir insanın hakikatte olmasının garantisi mi? Yok, hiç değil. Her şey olabilirsiniz ama adam olamayabilirsiniz. Her şey olabilirsiniz ama adil olamayabilirsiniz, her şey olabilirsiniz ama hakta olamayabilirsiniz. Evet…

Parayla Mekke’nin serserilerini tutup yeğenini taşlattırdı. Nasıl bir şey bu?! Amcaya bakar mısınız? Üstelik iki kızı iki oğlunda, gelinleri… Düşünün, dünürünü taşlatıyor, yeğenini taşlatıyor… Evet…

Peygamber aleyhine algı, linç, yalan, iftira kampanyalarını finanse etti. Evet,  finansördür. Mekke de algı propagandası yaptırıyordu “fısıltı gazetesi”yle. Mekke de “ağıtçı kadınlar” vardı. Bu kadınlara para sıkıştırıyor, altın sıkıştırıyor onlar vasıtasıyla Mekke de “fısıltı gazetesi”ni çalıştırıyordu. Ebu Leheb basını. o günde işliyordu yani…

Pazarlıkçıydı: Çok ilginç, makyavelist olurlar, derim ya, her dönemde. Bir gün, Allah Rasulü’ne: ‘Ben Müslüman olursam bana ne var?’ dedi, -Ebu Leheb ile pazarlık, kaynaklarda nakledileni naklediyorum.- ‘Herkese ne varsa sana da o var amca.’ dedi. Cevap aynen şu: ‘Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun.’ Nasıl buldunuz? Kafa, zihniyet tanıdık geldi mi? Size torpil geçmesi lazım (!) değil mi? Size, herkesten beş fazla vermesi lazım değil mi? Sizi kayırması lazım. Siz öyle bir tanrıya inanacaksınız ki sizi kayıracak, size torpil geçecek, size dünyada da torpil geçecek, ahirette de torpil geçecek, yani kaymağı size verecek, sütün su katılmış kısmını da millete dağıtacak. Kaymak sizin olacak, değirmenin başında siz olacaksınız. Evet, ‘Herkese ne varsa sana da o var.’ deyince çıngar çıktı. Ve işte Kâfirun Süresi de bir pazarlık süresidir. Pazarlığı deşifre suresidir Kâfirun, değil mi? Bir gün sen bizimkine, bir gün biz seninkine. Olmadı, bir gün sen bizimkine, bir hafta biz seninkine. Olmadı, ya tamam düştük daha da indik. Sen bizimkine, bizim putlarımıza bir gün inan, biz senin tek tanrına, bir yıl inanalım.  Pazarlık efendim, pazarlık bir kez açıldı mı… İmanda pazarlık olur mu? Pazarlık yapılan yerde iman olur mu? Dolayısıyla, pazarlıkçıydı. Evet  onun için Kâfirûn Suresi: “Sizin pazarlığınızı reddediyorum.” dedi. “Sen iktidar olursan bana ne verirsin?”, diyor yani…

Şark kurnazı: ‘Babam cennete mi?’ diye sordu bir gün. Kim babası, Abdülmuttalib. Onun babası, peygamberimizin nesi olur? E dedesi olur, değil mi? Soruya bakar mısınız? Tuzağa bakar mısınız? Çok tuzak bir soru? Peygamberimiz dedesi için ne desin? Dedesi babası olur zaten; dedesi büyüttü onu belli bir yaşa kadar. Sorudaki tuzağı fark etti, tuzağı bozmak için Rasulullah, ‘Ateşte’ dedi. Rivayet böyle, belki de aslı yok, bilmiyorum. Rasulullah amcasının ahiretteki yeri hakkında bir şey diyemez. Diyemez, Ahkâf dokuz orada. Allah Rasulü kızına; “Yarın seni bende kurtaramam, Allah’ın elinden kendi amelinle, kendi eyleminle al kendini.” diyen… Ama eğer böyle bir şey olmuşsa tuzağa bozmak için demiştir. Evet, eğer böyle demeseydi, Ebu Leheb’in argümanı hazırdı; ‘Yav yeğenim, ben babamın yolundayım.’

Niye bizimle uğraşıyorsun? Niye bizim dinimizi reddediyorsun? Benim dinim -senin savaştığın din-, babamın da dini.” Yani Abdülmuttalib’in de dini, öyle mi? Öyle. E canım Abdüluzzâ koymuş adını zaten. Abdülmuttalib, oğlunun adını Abdüluzzâ koymuş, “Uzza’nın kulu” yani başka şeye gerek yok ki. Adı ortada. Ebu Leheb’in adı bu. Dolayısıyla, başka bir şey de beklenemez zaten. Ne bekliyoruz ki bu ayıp değil, günah değil yani. O dönemde o din vardı oydu, ona inanıyorlardı. ‘Günah değil’ dediğim o anlamda almıyorum da efendim yani Mekke’nin hali o, durumu o, Reisinin de dini o. Çünkü Mekke’nin dini o.

 

EBU LEHEB’İN İKİ ELİ NEDİR?

Kur’an dili, edebi bir dildir dostlar. “Kur’an, edebi bir dildir.” Onun için Kur’an’ın icazı, edebiyatındadır. Kur’an’ın mucizesi, edebiyatındadır.

Edebiyattan anlamayan, baltayı taşa vurur. Evet ya, Edebiyattan anlamayan baltayı taşa vurur. Nasıl vurur mesela? Şimdi ayette dedi ya “Vee’iddû lehum mâ-steta’tum min kuvvetin vemin ribâti-lḣayli” Güç hazırlayın yani caydırıcılık için düşmana karşı herhangi bir zor günde güç hazırlayın. “Ve” mesela “ve” oradaki “vav” “vav-ı beyandır” beyan vav-ıdır. “Mesela, besili atlar hazırlayın.” Şimdi bu ayet ya, ayetin dediği dedik arkadaş. Onun için kıyamete kadar bir numaralı savaş aracı attır. Bunu diyen gördüm de onun için. Anlatabiliyor muyum? Al sana, literalizm. Korkunç! Ee Kur’an’da ihramdan çıkınca avlanın ayeti de var, “festâdû” emir hem de emir fiil, “avlanın.” Düşünebiliyor musunuz, 5 milyon hacı; İhramdan çıkıyorlar, getirin bizim dokuzluğu, on ikiliği, on beşliği, makinalıyı veya getirin zıpkını, getirin oku, getirin tüfeği, getirin av tüfeğini, ee ne yapacağız? Avlanacağız. Av nerede?.. Beş milyon avı nerede bulayım ben sana. Sinek avlasan sinek yetmez. Görüyorsunuz değil mi? Öyle bir şey değil Kur’an. Kur’an öyle bir şey değil. Anlatabiliyor muyum? Yani talimname falan değil askeriye talimnamesi değil. Dolayısıyla, Kur’an’ı böyle ele alan “literalist mantık”. İşte selefi mantık böyle bakar, işte Türkiye’de de bunun benzerlerini görüyoruz, bazı yapıları görüyoruz. Efendim, öyle değil işte…

Ayet otomatı olmak ver-sus maksadı anlamak. Ayet otomatı olmak bir tarafa maksadı anlamak bir tarafa. Ayet otomatı nasıl bir şey olurdu, olsaydı. Şöyle düğmesine basıyorsunuz ayet okuyor, ayet dökülüyor mübarekten. Şimdi basıyorsunuz vıt vıt vıt ayet, ağzından ayet dökülüyor. Bu mu yani? Kur’an adamı olmak bu mu? Ağzından ayet dökülmek mi? Benim bilgisayarın ağzından dakika da bilmem kaç yüz tane ayet dökülüyor ya, cep telefonum hafız siz ne diyorsunuz ya? Allah Allah… Yani cep telefonum, benim telefonum olduğuna göre her hafız da akrabasından 70 kişiyi cennete götüreceğine göre, ben garantiyim arkadaşlar. Ben garantiyim efendim. Görüyorsunuz değil mi? Bu değil ayet otomatı olmak değil Kur’an adamı olmak. Kur’an’ın mücadele ettiğiyle mücadele etmektir. Kur’an, yoksullukla mücadele etti sen de et. Kur’an, zulümle mücadele etti sen de et. Kur’an; firavunlukla, Ebu Leheblikle mücadele etti sen de et. Kur’an, kibirle mücadele etti sen de et. Kur’an; sömürüyle mücadele etti, akılsızlıkla mücadele etti sen de et. Kur’an, cehaletle mücadele etti sen de et. Görüyorsun, bunu yaparsan Kur’an adamı olursun. Ağzından otomat gibi düğmesine basılınca ayet dökülünce Kur’an adamı olmazsın. Evet.

Amaç rehberliktir, tüm edebi sanatlar rehberlik için kullanılır. Kur’an’ın amacı nedir? Rehberlik. “Hidayet” kelimesi rehberlik ifade eder rehberlik demektir. Hidayet rehberlik. Kur’an, rehberlik için gönderilmiştir; insana rehberlik yapar. Dedim ya: vahyin amacı akla yardımcı olmak, dinin amacı insana yardımcı olmak, ibadetlerin amacı ahlaka yardımcı olmaktır. Unutmayın!.. Onun için ana kitap; “Kâinat Kur’an”ıdır, Kur’an yardımcı kitaptır. Ana kitap, Kâinat Kur’an’ıdır… Sen de kâinat Kur’an’ının bir parçasısın. Sen de aslında

Kur’an’sın, insan Kur’an’ı.

Kendine iyi bak.

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen.

Şöyle dön de kendine iyi bak.

Alemin özüsün. Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Göz bebeği.

Şimdilik, şimdilik diyelim biz buna, “Kâinatın göz bebeği”… İnşallah başkaları da çıkar da bu kadar kibirlenmeyiz. Kâinatta tekiz demeyiz. Ben var olduğuna inanıyorum.

Amaç rehberliktir, tüm edebi sanatlar; mecaz, teşbih, drama, istiare, mübalağa, yemin bu amaç uğruna kullanılır.

 

NEDEN “EBU LEHEB KURUSUN”

DEĞİL DE “İKİ ELİ KURUSUN”?

İşte “Genellemekten Sakınma Dersi” burada geldi dostlar. Genellemekten sakınmak. Ya Araplardan adam olmaz. Genelledin. Genelledin arkadaş. Arap da kalksa; Türklerden adam olmaz, Türklerden Müslüman da olmaz, dese o da genelledi. “İranlılardan adam çıkmaz.”, genelledin, genelledin… Say gitsin… Kayseri’den şu olmaz, Karadeniz’den bu olmaz, Lazlardan bu olmaz, Çerkezlerden bu olmaz, İngilizlerden bu olmaz, Fransızlardan bu olmaz, Amerikalılardan bu olmaz, Avrupalılardan… Al hepsi genelleme hepsi çöplük. Çöp bu… Böyle bir düşünce olmaz. Böyle bir düşünceyi kendine yakıştırıyorsan her türlü genellemeye müstahak olursun. Bir başkasının da genelleme yapmasına müstahak olursun. Bu bir kere hem zaaftır hem zulümdür, haksızlıktır. Her genelleme haksızlıktır. Ha diyeceksin ki: “Allah’ın Mustafa kulu, sen de şimdi genelleme yaptın ‘her genelleme, haksızlıktır’ dedin.”… Buna da “totoloji” diyorlar işte efendim. Dolayısıyla haklı olan genellemeler var mıdır bilmiyorum. “Her zulüm kötüdür.” Alın size haklı bir genelleme. İyi bir zulüm var mıdır? Yoktur. Her şirk kötüdür. Demek ki bazı genellemeler, olması gerekiyor. Dolayısıyla genellemekten kaçınmak özellikle insan hakkında yargıda bulunurken; insan grupları, insan ırkları, insan coğrafyaları, insan ne kültürleri vesair vesair… İnsanlar hakkında yargıda bulunurken, toptancı süpürücü her davranış, zulümdür, haksızlıktır. Genelleme…

Genellemeye karşı öğüde bakar mısınız? Ebu Leheb kurusun demiyor iyi mi? Malı kazancı kurusun diyor. İki el: mal ve kazanç, mecaz bu. Maldan mecaz kinaye. Kazançtan kinaye.

Diyelim ki benim bir sözüme katılmadınız. Dimi bir sözüme katılmadınız. Diyelim ki tamam Hac Suresi’nin 40.ayetine itibarınız yok “Mabetler Allah’ın koruması altındadır” diyen ayete itibarınız yok. Tamam benim bu ayete itibar ederek, kurduğum Ayasofya konusundaki görüşüme, katılmadınız. Katılmayabilirsiniz, bu sizin bileceğiniz bir şey. Yani ben hata da edebilirim kaldı ki insanım nihayetinde. Her görüşüm isabetli değil. Onun için bakınız, ondan 12 sene evvel, “atalar dini”nden vermişim cevabı. Ondan sonra Kur’an’dan öğrenmişim; ayeti görmüşüm, bakmışım a Kur’an öyle demiyor. Ve “Kur’an farklı söylüyorsa Mustafa İslamoğlu’nun görüşünün ‘Allah belasını versin’ demişim onu atmışım Kur’an’ın görüşünü almışım.” Sen şimdi bana çöpten karıştıra karıştıra bulup eski Mustafa İslamoğlu’nu mu gösteriyorsun? Eski Mustafa İslamoğlu’nun senin nezdinde bu kadar hatırı varsa yenisi niye böyle kötü? Sen nasıl bir tutarsızsın. Tamam hadi beğenmedin diyelim. O sözümün içine bütün sözlerimi sarıp atmak da ne? Benim sözüm ondan ibaret değil ki. Benim binlerce, yüzbinlerce sözüm var. Ben ömrünü hakikati, öğrendiği hakikatleri paylaşmakla geçiren bir insanım. Hem de bilabedel sizin huzurunuza gelmek için iki haftalık bir ders hazırlıyorum farkında mısınız? Bu dersi hazırlıyorum. Bu iki hafta ama iki hafta değil. İki hafta artı 60 yıl. Anlatabiliyor muyum? Tamam peki ben buraya geldiğim için para alıyor muyum? Hiç aldım mı? Bakınız 92 yılında başlayan bir maraton bu. Bugüne kadar Tefsir dersleri, Esma-i Hüsna dersleri, Siretü’l Kur’an ve yüzlerce konferans, yüzlerce televizyon programı, yüzlerce hutbe bir kuruş almış mıyım? Buradalar söylesinler. Varsa şahit olan söylesin. Peki bütün bu emeğin üstüne, sen bir tek cümlemi beğenmedin diye hepsini çöpe atıyorsun öyle mi?.. Fikirlerimi, eserlerimi, kitaplarımı… Benim amelim sözden ibaret değil ki bir de hayatım var. Bir de hayatım var ki o hayatın içinde verdiğim bir ömürlük emekler var. Aldığım riskler var, ödediğim bedeller var bedeller… Boru değil bedel… Ben bir hayat yaşadım. Linçler var… Ölüm tehditleri var… Suikast teşebbüsleri var… Onların hepsinin üstüne de bir … Bir de üstüne hakaret et yetmez. -Creme de la creme.- Bir de iftira et. Kin ve nefret etme hakkını size kim verdi ya? Bu mu senin adaletin? Bu mu senin vicdanın sen de vicdan var mı? Evet bir örnek verdim o da kendimden verdim. Herkes kendisinden verebilir. Hepiniz kendinizden verin, genelleme böyle bir şey işte.

Öğrenciliğimden bir hatıra. Hocalarımızdan biri, Ezher’de birini sormuştum da demişti ki “O çok güzel bir alimdir fakat dili ara sıra kendine ihanet eder” demişti. Ben de dersten sonra derste söylemedim de dersten sonra “Hocam! -dedim- Siz şu şu şu görüştesiniz fakat -dedim- şu şu şu görüşünüz, şu şu şu kaynağa göre yanlış. Efendim eğer ben yanlışsam beni düzeltin. Yok efendim eğer ben doğru söylüyorsam hocam -dedim- teslim edin hakkımı. Adam yiğit çıktı iyi mi? “Haklısın -dedi- Benim de dilim bazen bana ihanet eder.” dedi. Çok hoşuma gitmişti. Hangimizin dili, bazen kendisine ihanet etmez ki? İnsanız nihayetinde değil mi?

 

SURENİN DİLİ NEFRET DİLİ Mİ,

ŞEFKAT DİLİ Mİ?

Bu çok önemli dostlar!.. Burası “çokomelli” değil, “Çok önemli”. Eyvallah…

Dert Ebu Leheb’i çamura gömmek mi dostlar? Yani Kur’an’ın derdi, Ebu Leheb’i çamura gömmek mi, Ebu Leheb’i çöpe atmak mı, Ebu Leheb’i süpürüp atmak mı? Yoksa Ebu Leheb… çamura düşmüş Ebu Leheb altınını temizlemek mi?.. Buyurun, bu çok ilginç!..

Dert Ebu Leheb’i çamurdan çıkarmak dostlar. Bunun için cinayet silahı olan mal ve kazancını elinden almak lazımsa onu yapmak lazım değil mi? Gücünü… Evet, iki eli: mal ve kazancı, değil mi? Ebu Leheb’i yoldan çıkaran bir şey var. Yani cinayet silahı gibi bir şey bu. Nedir o cinayet silahı? Mal ve kazancı. Mal ve kazancı Ebu Leheb’i; Allah’la savaşır, hakikatle savaşır, yetimle savaşır, mazlumla savaşır hale getirdi. Değil mi? Sömürücü hale getirdi. Bir insanlık düşmanı haline getirdi Ebu Leheb’i. Tamam o zaman ne yapmak lazım, Ebu Leheb’e en büyük ikram nedir? O gücünü, silahını elinden almak. Evet…

Zımnen: Ben bu kulu bana kul olsun diye yarattım, o gitti güce kul oldu. Şöyle desem çok mu dramatik olur? Çok mu dramlaştırmış olurum? Ben Ebu Leheb’ini bana kul olsun diye yarattım benim bana kul olsun diye yarattığım Ebu Leheb’im gitti mala kul oldu iktidara kul oldu… Bu okuyuşum bu dostlar. Ebu “Leheb kurusun” yerine “Ebu Leheb’in gücü kurusun” demek bu demeye geliyor. Eyvallah. Ey Ebu Leheb’in gücü, sen kahrol da o kurtulsun!..

 

ZALİMİN GÜCÜNÜ KIRMAK

HEM ZALİME HEM MAZLUMA İYİLİKTİR.

Tıpkı katilin silahını elinden almak, hırsızın önünü kesmek gibi. Evet

Hırsızın önünü kestiğinizde hem kendine ikram etmiş olursunuz hem malını çalacağı kimseye ikram etmiş hem de topluma ikram etmiş olursunuz. Daha önemlisi onu hırsızlık yapmayacak duruma getirmek. Ya kleptomansa!.. Yani hırsızlık hastalığı var. Muhtaçlığından çalmıyor. Karnı aç değil, gözü aç. Dolayısıyla, o zaman da onun elini kesmek lazım. Nasıl? Buradan (bilekten) değil, kesip koparmak değil. Elini, bir başkasının malından kesmek lazım. Eyvallah…

Yolsuzluk yapanı, makamından mahrum etmek. Değil mi?.. Buyurun, ona ikramdır. Yolsuzluk yapıyor… Peki yolsuzluk için neyi kullanıyor? Makamını kullanıyor. O zaman o makamdan onu mahrum etmek ona da ikram etmektir.

Zalimi güçsüzleştirme, diş ve tırnağını sökme, gücünü bitirme, kurutma… Onu zulüm ve sömürü yapamaz hale getirme. Budur ayetin söylediği. Budur surenin söylediği.

 

BİR ÖZEL İSİM OLARAK EBU LEHEB

Narsist: Kendine aşık, vicdansız, yerine başkasını ölüme yollamış biri biliyor musunuz? Bedirdeyiz… Bedir’de Ebu Cehil Bedir’de aslanlar gibi savaştı ve öldü mü? Öldü. Ebu Leheb neredeydi? Bedir’deyken Bedir Savaşı’nda Ebu Leheb yaşıyordu. Neredeydi? Yerine “lejyoner” gönderdi paralı asker… Anlatabiliyor muyum? Yaşlı diyecekseniz, Ebu Leheb’den daha yaşlı olan müşrik reisler gelmişti Bedir’e. Ama Ebu Leheb gelmemişti. Dedim ya narsistir, kendine aşıktır.

Sadisttir: Güç, servet ve iktidar için dünyayı yakar. Yaktı mı?.. Yaktı… Yetim Muhammed’i yaktı mı?.. Yaktı ya… Gitti ezeli rakipleri düşmanları olan Haşimoğulları’nın ezeli rakibiyle “Benim kabilem bundan sonra Haşimiler değil, benim kabilem sizsiniz.” diye Mahzûmoğulları’yla ittifak yaptı. İlginç değil mi? Onun içindir ki Ebu Leheb Mekke’nin başkanıydı, 9 çetenin başkanı. Ebu Leheb’den sonra başkan kim oldu, hatırlıyor musunuz? Ebu Cehil. Ebu Cehil’den sonra başkan kim oldu? Ebu Sufyan. Evet bu, sıra bu… Ebu Sufyan Ümeyyeoğuları’ndan biliyorsunuz, Ebu Cehil Mahzûmoğulları’ndan.

Diktatör: Mekke’nin sömürü çetesinin başı, baronu, oligarkı ve Karun’uydu Ebu Leheb.

Makyavelist: Pazarlıkçı ve fırsatçı müşrik, iktidar için her şey mubah ona göre. Onun için eğer senin için ben ele vermediğimi de veriyorum, beş fazla veriyorum, deseydi Allah Resulü’ne tamam ben de Müslüman oldum, der miydi?.. Derdi. Çünkü pazarlığa geldiğine göre… pazarlıkta istediğini alsaydı senin sömürü düzenine dokunmayacağız biz, sömürü çarkına çomak sokmayacağız biz, deseydi Ebu Leheb Müslüman da olurdu.

 

 EBU LEHEB ÖLÜR EBU LEHEBLİK ÖLMEZ.

Bir cins isim olarak Ebu Leheb: Evet Ebu Leheb özel isim değil, bir cins isim artık. Özel isim öldü. Ama cins isim yaşıyor.

Yaşayan Ebu Lehebleri nasıl tanırız? Niteliklerinden: Güç ve servet açı, yalancı, kurnaz. “Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed;. Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!” diyordu ya Arif Nihat Asya ‘Naatın’da. Aynen öyle. Ebu Leheb ölmedi, “Ebu Leheblik” ölmedi daha doğrusu. Ebu Leheblik yaşıyor…

 

 SUUDİ’DE EBU LEHEB OKULU VAR MI?

Bu fotoğrafı 2016’dan beri arşivimde tutuyorum. “Medresetu Ebu Leheb”, Ebu Leheb okulu. Bu fotoğraf üzerine kriz çıktı. Çok ilginç!.. Bir İran ajansı bunu paylaştı. Ondan sonra iki ülke arasında bu kriz oldu. Artık Suudi’de bazılarının zıpırlığı mı, bir marjinal grubun işi mi bilmiyoruz. Nihayetinde rakipler ve hasımlar birbirine çamur atarlar. Suudi, Sünni müfritliğin; İran’da, Şii müfritliğin merkezi. Dolayısıyla birbiriyle savaşını bunun üzerinden yaparlar. Ama diyeceksiniz ki hocam buna mı gerek var?.. Şu anda yapılan Ebu Leheblikten başka bir şey mi yani? Zemzem zebellahını Kabe’nin önüne, böylesine diken bir zihniyet, bundan daha az mı?.. Ebu Leheb olsa daha ne yapardı yani? Diyelim ki Ebu Leheb bugün Suudi’ye geldi onu başkan yaptık. O günkü Mekke’de çetelerin başkanı olduğu gibi bugünkü Suudi’de başkan oldu, kral oldu. Ne yapardı?.. Daha ne yapsın değil mi? Gazeteci bile buharlaştırıyor. Eyvallah…

 

 YABANCI EL SENDROMU

Kişinin eli kendine düşman olunca ne olur? Evet “yabancı el sendromu” böyle bir sendrom varmış. Yüzyılın başında 20. yüzyılın başında böyle bir literatüre geçmiş vakalar var, çok ilginç. İnsanın beyni iki yarım küre biliyorsunuz: sağ yarı, sol yarı. İki yarıyı birbirine bağlayan o bağa Corpus Callosum deniliyor. O aradaki bağ. Onu kesince ne olacak diye mengele tipli doktorlar 20.yüzyılın ilk yarısında deneyler yapmışlar. Onu kestiklerinde yabancı el sendromu ortaya çıkmış. Ama beyin o eksikliği giderinceye kadar. Çünkü beyin belli bir yerde noksanı olduğunda o noksanını bir başka tarafından tamamlıyor, orayı aktive ediyor, beynin böyle bir ilginç bir yapısı var. Gerçekten… Bu yapısı da çok kısa süre önce anlaşıldı. Yoksa işte, Phineas Gage olayı var: 19.yüzyılda Amerika’da bir demiryolu işçisi bir efendim dinamit için delik delerken oraya meğer dinamit daha önceden konmuş saplar saplamaz dinamit patlıyor şu prefrontal lobu alıyor götürüyor. Ondan sonra yani insani fonksiyonlarını kaybediyor bir hayvan gibi yaşıyor ama alt beyin olduğu için durduğu için ama insani fonksiyonları hemen hemen kaybediyor. Gerçi literatürde farklı farklı itirazlar da yapılmış buna ama… Ama genel hatlarıyla doğru bir olay bu. Yaşanmış bir olay. Bunun gibi Corpus Callosum’un kesilmiş kesilince şöyle vakalar geçmiş mesela literatüre. Bir kadın kendini boğarken öbür bir eli kendini boğarken öbür eli elini çözmeye çalışıyor. Daha basit vakalar da geçmiş. Bir el kapıyı açarken öbür eli ona mâni olmaya çalışıyor. -Hocam ben bunu bir yerden tanıdık gördüm. Nereden? Tam bu ülke.- Diyeniniz yok mu? Tam bu ülke!.. Bakın, yabancı el sendromu. Yani aslında akrabalık bağları da öyle değil mi? Akrabaların birbiriyle ilişkileri de böyle değil mi? Yani bir el kendini boğmaya çalışırken öbür el onu ayırmaya çalışıyor. Nasıl bir şey bu? İşte bakınız yol alamama halimiz de böyle buna benziyor. Yabancı el sendromu dedikleri şey. “Eli kurusun” = cinayet silahı çalışmasın anlamına geliyor.

 

 GÜÇ (MAL VE KAZANÇ) ÜZERİNE:

Gücün arsızlığı ve azgınlığı.

Gücün zalimliği.

Gücün tilkilik ve çakallığı.

Güç tapınması ve cebinde putuyla derse gelen talebelerim.

Beni en çok üzenler. 16 yıl tefsir dersi verdim, 5 yıl Esma dersi verdim, işte 5.yıla girdik. 2018’de başlamış bu dersler arayı da sayarsak 5.yıla girdik devam ediyoruz. Efendim veya 4.yıl mı diyeceğiz evet. Devam ediyoruz. Ama bakıyorum şeyhleri eleştirdim eyvallah sorun yok. Kutbu eleştirdim sorun yok. Gavsı eleştirdim sorun yok. Ama iktidarı ve siyaseti eleştirdim aman Allah’ım… Aman Allah’ım… Yav bana yakıştıramadınız mı Rachel Cori’ye yakıştırdığınızı? Zulüm bizdense ben bizden değilim, diyen Yahudi kızını alkışlayanlar, beni niye yuhalıyorlar? Zulüm bizdense ben bizden değilim derim. Ben her dönemde bunu dedim. Ömrüm bunun şahidi. Yattığım hapisler bunun şahidi. Hangi dönemde kim mazlumsa ben onun mazlumiyetini savundum. Bundan böyle de bu can bu tende olduğu sürece kimliğine bakmaksızın geçmişte bana zulmetmiş bile olsa mazlum olduğunu savunurum. Bitti!.. Bu bir ilkedir. Niye Rachel’e yakıştırdığınızı bana yakıştıramıyor musunuz ki? Ah Allah ömürler versin Atasoy abi. Şu lafı tarihe geçecek bir laf: “Taşralı toplumlar: partizan bir böceği, bir alime bir düşünüre tercih ederler.” Evet bunu da gördük, cebinde putuyla gelmiş gitmiş derse demek ki ne diyeyim.

 

KİŞİLİK YERİNE “KOCA ATEŞİNE

ODUN TAŞIYICI” OLMAK.

Evet. İmrae’ye geldik Ebu Leheb’in karısı. Kişilik sahibi değil mi? Her insan bir kişilik sahibi. Birinin karısı veya kocası olmak bunu değiştirmiyor değil mi? Peki Ebu Leheb’in karısı kişiliğini sattı ama ne yaptı koca ateşine odun taşıyıcı oldu. 14 asır önceki dünyada, eşten, kocadan bağımsız bir kişilik bekleyen Kur’an’ın eli öpülmez mi ya… Alnı öpülmez mi ya… 14 asır önce dünyadan koca ve karıdan ayrı ayrı kişilik bekliyor arkadaş ya mübarek Kur’an’a bakar mısınız? Ben bu kitaba hayran olmayayım mı?

Ümmü Cemil tipolojisi: Yandaş, kurşun asker, kraldan çok kralcı.

“Evlilik, kocanın zulmüne payandalık değildir” diyen ayeti alkışlıyorum.

Şahsiyetsiz yandaş: Tüm vasfı “Ebu Leheb’in karısı” olmak, kadının adı yok. İmrae: karısı, Ebu Leheb’in karısı. Adı Ümmü Cemil. Ama yok. Şimdi Ebu Leheb’in künyesini veren… Ümmü Cemil’de onun künyesi yani ismi de değil Ümme Cemil künyesi. Cemil’in annesi demek. Belki çok güzeldi güzelliğin annesi anlamına da alınabilir. Dolayısıyla Ümmü Cemil her neyse onu anmıyor. Niye anmıyor? Adı yok çünkü eşine kalas olmuş. Anlatabiliyor muyum? Onun kötülüğünü izliyor, onun kötülüğünü pazarlıyor, onun kötülüğünü destekliyor. Eyvallah.

“Fî cîdîhâ hablun min mesed: Boynuna yular geçirilmiş bir ateş eşeği olmak” nasıl bir şey?

Kocanın kulu olmak nasıl bir şey? Güç: güce kul olmak nasıl bir şey? Evet koca gücü temsil ediyordu o da güce kul oldu.

Tahrîm Suresi’nde 11.ayet, tam tersi örnek var biliyor musunuz? Evet biraz önce söz ettim ya Firavun’un karısı… O da tam ters bir örnek. Muhteşem bir örnek.

 

 ÜMMÜ CEMİL ÜZERİNDEN GÜCE

TAPMA BİÇİMLERİ

Menfaat ve paydaşlık. Güce tapıp kim olursa olsun güçlüden yana olmak. Fırsatçılık: komşunun evi yanarken yumurtasını pişirmek … öbürünü söylemiyorum.

Evet komşunun evi yanıyor, şu anda da öyle değil mi? Yani son örnek bunun en son örneği Ukrayna. Ukrayna yanıyor!.. Gerçekten de kendi halinde bir ülke. Geliyor orada bir canavar, kendi halinde -daha bir tek, ülkeden sana bir tek bomba atılmamış bir tek silah sıkılmamış kendi halinde- yaşayan bir halkın üstüne tüm canavarlıkla silahlarını boşaltıyorsun, kusuyorsun.. çocukları öldürüyorsun… Savaşın her türü kötüdür onu söyleyeyim. Yani meşru müdafaa hariç “savaş: cinayettir” arkadaşlar. Savaşın galibi olmaz; kazanan da kaybetmiştir. Dolayısıyla ama orada kendi halinde yaşayan bir halk var, geliyorsun canavarca silahlarını kusuyorsun. Yüzlerce çocuk öldürüyorsun, yaşlı öldürüyorsun, kendisini savunamaz insan öldürüyorsun, binlerce evi bombalıyorsun, insanların evlerini başlarına yıkıyorsun, ülkelerini başlarına yıkıyorsun, huzursuz ediyorsun… “Hani onlar savaşır biz yeniliriz.” demiştim. İlk  gün paylaştım ben bunu. Onlar savaşır biz yeniliriz. Bu savaş değil. Bunun adı savaş falan değil. Adam gelmiş saldırmış yani. Savaş iki taraf arasında olur. Ama biz yenildik. Şuna bakar mısınız? Memlekete bakar mısınız? Yağ kuyruğuna ne dersiniz ya, o yağ yağmasına “yağ-ma”. Sizin içiniz acımadı mı? Evvelki gün ablam aradı kardeşim, dedi Allah’ın işine akıl ermez, dedi, erer abla, dedim. Erer kardeşim, dedi tabi benimle nasıl baş etsin? 16 teneke dedi galiba yanlış hatırlamıyorsam 16 teneke yağ almış -dedi- o kapkaç sırasında -dedi 5’er kiloluk 16 teneke… Ne kadar yer bir adam ya? Allah aşkına 16 teneke 5’er kiloluk yağ… “Hiçbirini yiyememiş, dün öldü.” dedi. “Akrabaları, ‘helvayı bol karın da o yağları öyle harcayın’ diyorlar” dedi. Evet. Facia!.. Ayrı bir şey… Daha savaş olmadı. Ya Ukrayna’daki savaş burada olsaydı? Yağ için, bir teneke yağ için bir adam öldüren çıkar mıydı? Çıkardı. Kesin çıkardı. Evet. İşte bu. Yani komşunun evi yanarken yumurtasını pişirmek. Şu laflar kanıma dokunuyor benim arkadaşlar: buradan bir fırsat devşirelim de bir şeyler satalım, bir şeyler alalım, efendim bize de bir şeyler çıksın… Bir yerde mazlumen ölüm varsa böyle bir niyet ahlaksızlık olur. Bitti!.. Benim inandığım değer böyle. Senin hiçbir değerin yoksa onu da sen bilirsin. Eziklik ve karaktersizlik. Evet Ümmü Cemil tipi bu.

 

 ÖLÜNÜN ARDINDAN KONUŞULMAZMIŞ.

TEBBET SURESİ’Nİ OKUMAYALIM MI?

Ne diyorsunuz Tebbet Suresi’ni okumayalım mı? Dirinin arkasından etini ye -diri, diri ama- gıybet et, gıybet ne hakaret et, hakaret ne linç et, linç ne algı operasyonu yap hepsi serbest olsun dimi iftira da dahil. Ama ölünce mübarek olsun. Ölünce dokunulmaz olsun. Ölünce melek olsun. Sizin ölüyü kutsayıp, diriyi öldüren dininiz size; benim ölüye de diriye de hakkını veren dinim bana. Eyvallah…

 

 

SÖZÜN ÖZÜ, ÖZÜN SÖZÜ

Tebbet Suresi’ni okumak beş ayeti dillendirmek değildir. Tebbet Suresi’ni okumak şudur:

Çağının Ebu Leheblerini ve yandaşlarını teşhis etmektir.

Güce kul olanlara, kul olmamaktır.

Geçici güç, iktidar ve servetin değil kalıcı değerlerin peşine düşmektir.

Tebbet Suresi’ne inanmak budur, değerli kardeşlerim.

 

 

EKLER

Evet ekleri de bitireyim inşallah sizi, bugün zamanında göndereyim değerli kardeşlerim.

Savaşa hayır.

Savaşın ilk günü paylaştığım şeyi burada sizinle de paylaşmak istiyorum.

–İslam, savaş delisi mensuplarına rağmen, küresel “barış” projesidir. Evet İslam kelimesi “barış” kökünden türetilir. Teslimiyet değil barış. Unutmayın çünkü “istislam” veya ondan ona benzer köklerden türetilen şeyler torun hükmündedir dilde, dil türetmede, iştikakta. Çünkü İslam’ın barış anlamına geldiğini, açılımı olan ayetten anlıyoruz “ûdḣulû fî-ssilmi kâffeten “topyekûn barışa girin.” Evet topyekûn… Müslüman… geçen bir kardeşim geldi Allah razı olsun ondan “Hocam mealinize baktım -dedi- “dḣulû fî-ssilmi kâffeten”e teslimiyete girin yazmışsınız.” Ah Mustafa İslamoğlu’nu elime geçirsem de bir dövsem, dedim. Tabi dövemem ben kimseyi dövemem de efendim. Haklısın kardeş, Allah senden razı olsun hemen düzeltelim, dedim. Anlatabiliyor muyum? Efendim yani ne yapacağım şimdi? Buna ne denir ki, nasıl savunulur böyle bir şey ki? Geldiğim nokta da öğreniyorum, tahlil ediyorum, kendimi eleştiriyorum ve en sonunda bu doğrudur bu daha doğrudur dediğim ne varsa onu söylüyorum. Ben yaşıyorum. Fikirlerimin kölesi değil efendisiyim. Dolayısıyla ölüler öğretmezler. Bir insanın yaşıyor olduğunun en en en güzel göstergesi öğreniyor olmasıdır. Eyvallah.

–Müslüman, “barış insanı”dır. Zalim olan işgal eden, mazlum olan işgale uğrayandır. İlke: Kim olursa olsun zalime karşı mazlumdan yana olmaktır.

Bunu paylaştım. Altına yazılanları bir görseniz. Altına işte Ukrayna’da NATO’ya üye olmaya kalkmasaydı, Rusya şöyle iyidir böyle güzeldir, şöyle kaçar böyle kuyruk tutar falan filan. Efendi oo baktım kafalar hayli karışık. Bir tanesine de söylemedim söyleme ihtiyacı hissetmedim. Şu paylaşımın içinde ülke var mı?.. İsim var mı?.. Savaş var mı?.. Ukrayna var mı?.. Rusya var mı?.. Tarih var mı?.. Bu paylaşımın içinde hiçbiri yok. Ne var? İlke var ilke. Bu her çağ için geçerli olan ilkedir. Adamın ilkeyle hiç işi olmamış ki bugüne kadar. Doğrudan bozdurup harcayıveriyor. Doğrudan bozdurup harcayıveriyor.

Küçük bir tebessüm

“Savaşa hayır” demenin çocuk dilinden söylenişi. Kusura bakmayın demiyorum bakarsanız bakın. Eyvallah.

 

Kitap tavsiyesi

İsyan Ahlakı, Nureddin Topçu. Allah taksiratını affetsin mağfiret etsin sevgili Nurettin Topçu üstada. Hakikaten okunması gereken bir kitap.

 

Film tavsiyesi

İki tane film getirdim ama dün bir film izledim.

“Çok Uzak Çok Yakın” bir İran filmiydi. Hani ben İrancı oluyorum ya Şii oluyorum ya gece gündüz Şii filmleri izliyorum. Muhteşemdi TRT2’deydi muhteşem bir filmdi. Yani “Çok Uzak Çok Yakın” o burada yok ama bu filmin ismini alabilirsiniz.

Savaş Günahları. Gerçekten güzel bir film. İkisini de izledim.

Piyanist’i çoğunuz izlemiş olabilirsiniz. Ama izleyenler Savaş Günahlarını izlesin. Piyanist’i izlemeyenler mutlaka izlesin. Savaşın nasıl bir yıkım olduğunu ancak böyle görebilirsiniz. Yani savaşın yıkım olduğunu görmek için savaşın mağduru olmanız gerekmiyor. Dedelerinizi mezardan kaldırmanız gerekmiyor. Vaktim olsaydı, size Anadolu’nun 10 küsur yıllık savaş sonucundan nereye geldiğini anlatırdım burada. Çünkü onu ben tarihini yazdım. Gerçekten içiniz almaz. Zamanın padişahına Sultan Reşat’a Anadolu köylüsünün ne mektupları yazdığını, size burada gözlerinizi yaşartacak şeyleri anlatırdım ama zaman yok. Onun için savaşı bilmek için savaşı yaşamak gerekmiyor. Zamanı gelir, belki söz gelir inşallah yaparım.

 

ANADOLU İRFANI

Polisi görünce namaza duran hırsızlık zanlılarını… Anadolu İrfanı’na bir bakalım.

Arkadaşlarımızın vukuatları çok da onun için bu ilk vukuat değil. Dolayısıyla bu konuda profesyoneller yani. Onun için gösterdim yoksa göstermezdim. Evet geçelim.

 

UYDURULMUŞ DİN

İslam’ı hadis taşıyla taşlayan Sünni bir Ateistin paylaşımını getirdim size.

Bunu açıklayacak birisi varsa lütfen yazsın. 124 bin peygamber Arabistan’dan gelmiş güya. Sıfır peygamber yani Avrupa’yı gösteriyor, Asya’yı gösteriyor sıfır peygamber, Güney Amerika sıfır, Kuzey Amerika sıfır, Avustralya sıfır vesair vesair. Afrika sıfır. Bu mu yani?.. Bu Sünni Ateist, İslam’ı taşlarken üstünde hadis yazan bir taşla taşlıyor. O da 124 bin peygamber gönderildiği, hadisi. Allah Rasulü’nün böyle bir söz söylemiş olabileceğini siz düşünebiliyor musunuz? Bu rakamı nereden duydu da verdi? Allah Rasulü’nün din kaynağı tektir. O da Kur’an’dır. Bunu Kur’an söylüyor. “mâ kunte tedrî mâ-lkitâbu velâ-l-îmân” Şura Suresi ayet 52.  “Sen bundan önce kitap nedir İman nedir bilmezdin” bunu kafamıza koyalım artık. Allah Rasulü’nün Kur’an dışında bir din kaynağı yok ki oradan öğrensin. Peki ey Sünni Ateist arkadaş! Sen de aslında hadisleri kullanıyorsun değil mi? Yani hadisleri sen dini yıkmak için kullanıyorsun öbürü de kendine güç devşirmek için kullanıyor.

 

Satılık ruhbanlar galerisi

Çeçenistan Müftüsü Salah Mezhiev:

“Rusya’nın yanında verilen mücadele Allah uğruna ve cihattır. Bu savaşta ölenler şehit olacaklardır, buna hiç şüphe yok.” Hiç şüphe yok ha! Hiç şüphe etmeyin. Kendisi gitmiş mi? Şehit oluver ne olur, biz kurtulalım senden. Çeçenistan kurtulsun değil mi? Çeçenistan Müslümanları, senin gibi birinden kurtulurlar hiç olmazsa. Görüyorsunuz değil mi? Yani satılık olunca iş nerelere geliyor.

 

Hadise gel! Bakınız bu daha alengirli. Taze taze, fırından yeni çıktı!.. Günlük hadislerimiz geldi!

Peygambere soruldu dünyada en sana en iyi en yakın beldeler hangileri Mekke, Medine ve üçüncüsü de Cezayir dedi diyor. Evet. Tabi Cezayirli, Cezayir’de konuşuyor. Ama bu molla düşünün bunu söyleyebiliyor. Yani bu yeni hadis. 1400 yıl sonra hala üretim devam ediyor. Devam etmiyor diyene bunu göster.

 

“Beni Allah gönderdi, seni öldürmem lazım” diyen adam tutuklandı. Bu da var. Allah gönderdi seni öldürmem lazım, diyor. Nasıl bir Allah’a inanıyor acaba? Nasıl bir Allah’a inanıyor? Aslında bunu sorgulamak lazım.

 

Hafıza tazeleyelim: Bir papazın emriyle 800 kişi 1978 yılında Guyana’da siyanür içip ölmüştü. Hatırlıyor musunuz? Bu 800’ün içinde: çocuklar var, bebekler var. Evet tekrar hatırlatayım dedim.

 

GÜNÜN MESAJI:

 

Dünyanın sorunu, akıllı insanlar şüphelerle doluyken, aptalların özgüvenle dolu olması.

Bertrand Russel.

 

Hakkını helal ediyor musun tiyatrosunu ciddiye aldı, yaka paça camiden atıldı.

Önceki gün birinin cenazesinde “hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorulunca adamın biri de ben etmiyorum. 7 yıldır borcunu ödemiyordu dedi. Sonra adamı yaka paça camiden dışarı çıkarıyorlar. Ya sormayacaksın kardeşim o soruyu ya da her türlü cevabı sessizce hazmedeceksin.

Zaten şimdi sormuyorlar hakkını helal edin diyor. Et diyor yani. Et. Emrediyor. Aslında nasıl olması lazım eğer böyle bir şey yapılacaksa böyle bir şeyin dinle, imanla, İslam’la, peygamberle hiç alakası yok, onu söyleyeyim. Bizde icat edildi bu, başka yerde bilinmez bu. Bu sadece bu topraklarda. Ama eğer ille ki olacaksa -Diyanet benim lafımı dinlemez de yine de- ben doğrusunu söyleyeyim: oraya varisini çağıracak ve varisinin yanında diyecek ki “Bu kardeşimiz bu mevtanın varisi. Eğer bundan alacağı olup da almadıysa-alamadıysa bir kardeşimiz aranızda, eğer bunda hakkı kalan biri varsa bu kardeşimizden tahsil etsin. Tamam mı… Bu böyle olur. Bu böyle olur…

7 günlük bebeğini erkek değil de kız oldu diye 7 kurşunla öldüren bir Pakistanlı Mümin kardeşimiz karşınızda huzurunuzda bebek de yan tarafta.

Hayvanlardan öğrendiklerimiz.

Kültür bu kültür olunca üründe bu olabiliyor. Hayvanlardan öğrendiklerimiz.

Sıcak görüntüler. Manipülasyon var mı bilmiyorum. Olabilir de olmayabilir de… ama her halükârda ılık, sıcak, güzel görüntüler.

 

Benim kahramanlarım.

Geçen ki karın kahramanıydı bu hoşuma gitti huzurunuza getirdim. Nasıl buldunuz eyvallah. Çok ılık. Soğuk karda sıcak bir davranış. Şefkat, hepimizi ısıtıyor değil mi? Evet, şefkat yüreği ısıtır…

Efendim bu kadardı. İki hafta sonra yeni bir derste, yeni ayetlerle taptaze huzurunuzda buluşmak üzere Allaha emanet olun hoşça kalın, sağlıkla kalın…

 

Yorum Yaz