Yusuf İslam, Cat Stevens, Cat İslam ya da beyaz, siyah, gri

Üç televizyon kanalında da izledim onu. Üçünde de aynı adamdı.

Katıldığı programa göre renk değiştirmedi. En güzeli komplekssizdi. “Müslüman oldum” demenin “mutlu oldum” demeye geldiğini ispatlarcasına “Allah’la tatmin olmuş” bir müminin iç huzuruna aynalık yapıyordu yüzü.

O tam öyle demese, tercümanlar bırakın hâlini, kavlini tercüme etmekte dahi zorlansalar da, ben onu sadece dediklerinden değil demek istediklerinden yola çıkarak anladığımı hissediyordum. Onunla aynı yürek frekansına girince, “söz perdesi” aradan kalkıyor, göz, yüz ve dahası öz konuşuyordu; tabi ki bunların dilinden anlayabilene…

Onu konuşturan üç kişi: Engin Noyan, Ali Kırca ve Ahmet Hakan Coşkun…

Bu üç kişinin tek bir muhatabı var: Yusuf İslam.

Üç programda da değişmeyen “obje” Yusuf İslam, soran/sorgulayan “süje” Noyan, Kırca ve Coşkun. Sonuç, üniversitelerin dilbilim ve iletişim psikolojisi derslerinde “karşılaştırmalı örnek” olarak okuyacakları ilginçlikte üç ayrı renk: Beyaz, siyah ve gri…

Bir kez daha anladım ki, soru masum değildir. Hz. Ömer miydi “ben adamın aklının ölçüsünü sorduğu sorudan çıkarırım” diyen? Ben, bu sözü şöyle dizayn edeyim: “Ben, kişinin olaylara ve insanlara nereden baktığını sorduğu sorudan anlarım.”

Önce Engin Noyan.

Muhataplarını nesneleştirmedi. Onları, özellikle de Yusuf İslam’ı manipüle etmeye, kurgulamaya, tanımlamaya çalışmadı. Sadece  -tanımak- amacıyla –diyalog- kurdu; hem de ne diyalog. Bu diyalogun aracı sadece söz değildi besbelli; göz, yüz ve öz de girince işin içine, diyalog “sözüm ona” değil, tam anlamıyla bir “muhabbete” dönüştü. Ben kendimden pay biçiyorum: Benim gibi aynı yürek frekansına giren binlerce seyirci de katıldı bu diyaloğa ve konuşma kelimenin tam anlamıyla bir “sohbet”e dönüştü.

Niçin bu kadar komplekssizsin Sevgili Noyan? Biz oralara çıkanların komplekslisine o kadar alıştık ki, senin gibisi garibimize gidiyor! Niçin –istisnasın-? Sen de –onlar’a karşı kompleksli- biz’e karşı kaprisli olamaz mısın? Aman öyle kal dostum, aman…

Yusuf İslam’ı programının bir –nesnesi- gibi değil bir –öznesi- gibi görmekle kendine iyilik ettin sevgili Noyan. Kendini –sorgulayan- bir savcı gibi görseydin, programına Yusuf İslam’ı haksız yere yargılayan bir -istibdat mahkemesi- gibi bakacaktım. Yapmadın, kendine, seyircine ve konuğuna saygılı davranmakla sen kazandın. Elinde fırça yoktu konuğunu zorla boyamak istediğin: Onu doğal rengi içinde, Allah boyasıyla, apak gördüm; bu yeter.

Yusuf İslam versus Cat Stevens

Ali Kırca aynen bildiğiniz gibi.

Yusuf İslam’ı ATV’ye çıkaran firma sahipleri ve menajerleri umduklarını bulurlar umarım; fakat ben Yusuf İslam’ın oralara çıkmaktan çok da hoşnut olduğunu sanmıyorum. En azından o ömründe bizdeki gibi –korkunç- bir medya görmediği için soru tipinde yapılan saldırı ve manipülasyonlara karşı hazırlıklı değil, savunmasız.

Kırca soruyor: “Size Cat Stevens diye hitap etsem nasıl karşılardınız?”

Bu masum bir soru değil? Bu, soranın karşısındakini olduğu gibi kabul etmek niyetinde olmadığının suç üstü hali. Elinden gelse, karşısına oturttuğu konuğunu Nasreddin Hoca’nın kuşuna benzetecek ve “Hah, şimdi bir kuşa benzedin!” diyecek. Eliyle yapamadığı bu “müdahaleyi” zihni ve diliyle yapıyor. Bu diyalojik bir mantık değil, bu en hafifinden bir kurgulama.

Belli ki muhatabını tanımak gibi bir amacı yok Kırca’nın. O sadece muhatabını tanımlamak istiyor. Peki,Yusuf İslam’ın cevabı ne oluyor?

“Bana Yusuf diye hitap etmenizi tercih ederdim.”

Ali Kırca, elindeki kovaya daldırdığı fırçasıyla muhatabını boyamak, Yusuf İslam’ı Cat Stevens’a dönüştürmek niyetinde; ikisini savaştırıyor. Tabi kendisi de Cat Stevens’in yanında Yusuf İslam’a karşı savaşmak üzere hazır kıta bekliyor… Olmuyor.

Üzüldüm Sevgili Ahmet Hakan, çok üzüldüm!

Ve Ahmet Hakan’la Yusuf İslam karşı karşıya…

Ben “hangi Ahmet Hakan çıkacak?” diye meraktayım. Sakın “kaç tane Ahmet Hakan var?” demeyin bana. En azından ekranda ben iki tane görüyorum: Bir Refik Erduran’ın, Doğu Perinçek’in, Orhan Pamuk’un karşısındaki munis, hoşgörülü, edilgen, sempatik, sadece soran Ahmet Hakan; iki Abdurrahman Dilipak’ın, BAV’cı delikanlıların, medya lincinin kurbanı Ağrı eski Belediye Başkanı’nın karşısındaki haşmetli, -ciddi-, sorgulayan, bazı kere –savcı- rolünde Ahmet Hakan.

Hani Sevgili Hakan: Medyanın muhatabına hitap için kullandığı “sen” ve siz”i irdelediğin o güzel makalen vardı ya; aslında benim söylediğim de o. Bunun adını “Ben adamı muhatabına göre aldığı vaziyetten tanırım” da koyabiliriz.

Ahmet Hakan iki çocuğunu uzaktan kendisine çağıran babacan adam rolünde: Çocuklardan biri Cat Stevens, diğeri Yusuf İslam. Belli: Onlar koşacaklar bu babacan adamın açılmış kucağına; ikisini de bağrına basacak ve sonra bu yolları ayrılmış ve birbirine elveda etmiş iki çocuğu kucaklaştıracak, hatta becerebilirse bu ikisini tekrar birbirine kalbedip ortaya yepyeni bir –sentez- çıkaracak: Cat İslam!

Yok yok, karşı değilim. Ama bunu kendisi isterse yapsın; o kesip atmışsa, bize ne oluyor da onun kesip attıklarını çöpten toplayıp “Bayım, bu size ait!” diye onun gözüne sokuyoruz?

Soruya (sorguya demeliydim) bakın: “Bu tavrınızla tef dışında enstrüman çalanlar -Müslüman değildirler- mi demek istiyorsunuz?”

Sahi bunu soran babası emekli müftü olan, ilahiyatta okumuş Ahmet Hakan mı, yoksa Reha Muhtar mı? Müzik konusundaki birçok rezervin İslam’la alakası olmadığını yıllar yılı yazan ve söyleyen biri olmama rağmen, sorunun üslubu beni rahatsız etti.

Haksızlık yapmak istemem, hele bu bahaneyle hakarete yeltenenlere ben de -terbiyesiz!- derim Sevgili Hakan. Fakat bu başka; bu bir müminin bir mümin kardeşi için duyduğu ıstırap.

İlkemdir; eleştiriyi sevginin iktisap ettiği bir hak bilirim.

O söyleşiden hiç yararlanamadım. Bu bile üzülmem için yeterli sebep değil mi sizce?

( 27 Mart 2000 )

 

Yorum Yaz