Vakıf medeniyetimiz ve vakıf düşmanları

Vakıflar Haftası, 1400 yıllık medeniyetimizin en kalıcı kurumlarından olan vakıfların sıkboğaz edildiği bir zaman ve zeminde yâd edildi.

 

Medeniyet tarihimizde, Cumhuriyetle başlayan resmi “toplum mühendisliği” projesi, bir kırılmayı temsil eder. Vakıf kurumu, bu kırılmaya rağmen kendisini ayakta tutmayı başaran ender İslami kurumlardan biri olmuştur.

Vakıf müessesesi ayakta kalabilmiştir kalmasına da, bu süreçte hem dışardan hem de içerden bir hayli yozlaştırıcı ve işlevsizleştirici müdahaleye maruz kalmıştır. Bu nedenledir ki vakıflar iki cephede birden saldırıya maruz kalmıştır: Hem fiziki varlıklarına yönelik saldırı, hem de işin ruhunu temsil eden amaçlarına ve muhtevasına yönelik saldırı…

Vakıfların varlığına son vermeyi kendi çıkarları açısından rasyonel bulmayan egemenler, İslam medeniyetinin bir kurumu olan vakıfların İslami içeriğini boşaltmaya ağırlık verdi. Öyle ki, İslam’la savaşmak için yola çıktığını söyleyen kişi ve zümreler, bu savaşı yürüttükleri kurumlara “vakıf” adını vermek gibi bir densizliği dahi irtikap edebildiler. Tam bir kara mizah örneği olarak işi İslam’la savaş olan -sözüm ona- “vakıflar” dahi kurulabildi.

Türkiye’nin son dönemde sokulduğu “postmodern darbe” sürecinde, yukarıdaki türden saldırılar yeterli bulunmamış olacak ki, vakıflara ve onların İslami ruhuna yönelik saldırılar gemi azıya aldı. Öyle ki, mahut süreci başlatan metnin bir maddesi de vakıflara ayrılmıştı.

Yönetme tekelini üç çeyrek asırdan beri ellerinde tutan yabancılaşmış seçkinin denizi tüketip ülkeyi açlığa ve sefalete mahkum ettiği şu günlerde, vakıflara duyulan bu korkuyla karışık kinin nedeni daha iyi anlaşılıyordu. Çünkü İslam’ın yoksulla varsıl, muhtaç olanla ihtiyaç gideren arasında kurduğu köprüler olan hayır vakıfları, yaptığı hizmetlerle Müslüman milletin gönlünde taht kuruyordu.

Farklı farklı vakıfların yöneticileriyle görüşmelerimizden çıkardığım sonuç şuydu: Düne kadar vakıflar, yoksula, aça, yetime, düşküne, muhtaca “devletin yapamadığını” yapıyordu, bugün ise “devlet adına çıkarılan bin bir türlü engele rağmen” yapıyor.

Konuştuğum bir vakıf yöneticisi, Ramazanda, mahalle mahalle muhtarlar eliyle yoksul tespiti yaptırıp 1500 yoksula içerisinde 4 kişilik bir ailenin en az iki aylık erzakı bulunan ağır ve değerli erzak paketleri dağıttıklarını söylüyordu. Aynı yetkili, bu yıl aldıkları tepkinin geçen yıllardan çok farklı olduğunu hem gözleri sevinçten parlayarak, hem de buruk bir ses tonuyla aktarıyordu.

Gözleri parlıyordu, çünkü tuzu kuru yönetici seçkinler marifetiyle bir ekmeğe muhtaç edilen yoksulların, kimsesiz ihtiyarların, yetimlerin derdine kısmen de olsa derman olmuşlardı. Buruktu, çünkü bu sefalete, açlığa, yoksulluğa milleti mahkum eden yönetici zümreler, bir yerde kendi ayıplarını örten vakıfları sıkboğaz ediyor, onları ellerinden gelirse yok etmek, gelmezse korkutup sindirerek işlevsizleştirmek için elindeki devlet (aslında “millet”) imkanlarını kullanarak görünürde İslami vakıflara, esasta ise milletin yoksullarına ve muhtaçlarına karşı savaş veriyordu.

Sözün özü; vakıflar yoksullukla, bürokratlar vakıflarla mücadele ediyordu.

İşin trajikomik yönlerinden biri de ne, biliyor musunuz? Bu bürokratların, pasaporttan tapuya, egzoz ölçümünden sağlık karnesine, sabıka kaydından nüfus cüzdanına, devletle ilgili her bir işte cebren ve hile ile vatandaşın sırtına bir sülük gibi yapışıp para emen hortumcu “kamu vakıflarının” mütevellileri arasına yerleşip, bir şekilde bu sözüm ona “vakıflardan” uçlanıyor olmaları…

Bu da “sözün özünün özü”: İslami hayır vakıfları milletin derdine derman olup onun yardımına koşarken, devlet kurumları adına kurulan “kamu vakıfları”, hiç kimseye sormadan “zorunlu bağış” adı altında cebimize saldığı hortumla, vatandaşın ensesine yapışmış bir sülük gibi kanını emiyordu. Bürokratlar, bir yandan bu vakıflarda biriken trilyonların (geçenlerde bir haber bülteninde sadece tapuyla ilgili böyle bir kamu vakfında biriken miktarın “75 trilyonu aştığı, güvenlikle ilgili bir ‘vakfın’ varidatının ise 100 trilyonları bulduğu duyuruluyordu) nereden-nasıl gelip nereye-nasıl gittiğini denetleyecek olanların önüne gerilirken, bir yandan da hayır vakıflarını “kılık-kıyafetle mücadele” kapsamında çifte kıskaç altına alıyorlar.

“Tavşana kaç tazıya tut” demeyi siyaset haline getiren hükümetin vakıflardan sorumlu devlet bakanlığını uhdesinde tutan ortağının tuzu kuru genel başkanı da, vakıfların sıkboğaz edilmesinden -güya- şikayet ediyor.

Kimi kime şikayet ediyor acaba? Bu ülkede, biri görünen biri de görünmeyen iki hükümet var da, görünen hükümet, ecinni gibi görünmeyen hükümetin icraatlarından mı yakınıyor? Aynı isim, “kamu vakıflarının toptan kapatılması” gibi hayırlı bir cümleyi sarf ettiğine göre, ilk teşebbüsün de kendi grubundan gelmesini beklemek hakkımız değil mi? Hiç olmazsa bu milletin cebine indirdikleri sayısız hortumun bir tanesi eksilirdi.

Her şeyden önce, eğer hükümetin muhalefet ağzıyla konuşan ortağı samimiyse, yoksulların, kimsesizlerin, dulların, yetimlerin yardımına koşan ve kötü yönetimden dolayı ülkeyi açlığa mahkum eden tuzu kuru yönetici seçkinlerin açtığı yaraları bir nebze olsun saran hayır vakıflarının yakasından, bürokratlarının şaibeli -ve kimi zaman da kirli- ellerini çektirmeli.

Hoş, çekmeseler ne yazar?

Bu millet kimin ne olduğunu, kimin kim adına hizmet ettiğini, kendi geleceğini yok edenlerin kimler olduğunu bilmeyecek kadar aptal mı?

 

Yorum Yaz