Bir imar ve tamir seferi olarak umre

Dünya hayatı malum… Yaşıyor ve biliyoruz. Öbür yüzünde ahiret hayatı yer alıyor. Ona da iman ediyoruz. Çünkü o “ğayb” alanına giriyor.

Yaşadığımız hayat çok dağdağalı, çok kesif. Kesif, “latif”in zıddı: Katı, yalıtkan ve engelleyici. Adı üstünde “dünya”. Hem “en yakın olanı”, hem de “en aşağıda olanı” ifade eder. Manevi hiyerarşide bu böyle…

Peki, kesafetiyle yalıtkan ve engelleyici olan bu dünyada, letafetiyle ışığı insanın içine işleyen, geçirgen ve kuşatıcı bir “öteki dünya” imkanı yok mu? Sıkıştığımız şu katı hayatın ötesine geçebileceğimiz “bir başka dünya” daha yok mu? Âlem-i lâhutun âlem-i nâsuta galip geldiği, toprak gibi kesif olan mülk aleminin ruhu sıkboğaz eden dağdağasından kurtulup, nur gibi latif olan ruhlar aleminin ruhu ferahlatan iklimine kanat çırpmak için, ille de “ölmek” mi lazım? Ölmeden de, “bir başka hayatın” ikliminde soluklanamaz mıyız? Bir başka dünyanın daha mümkün olduğunu, yaşarken hissedemez miyiz?

İşte umre ve hac ziyaretleri, bize bu imkanı sunmak için teşri kılınmış ibadetler. Umre için Mekke ve Medine’de olduğum 10 gün içinde hissettiklerim, bana bilmem kaçıncı kez “Bir başka dünya daha var” dedirtti. Bu cümleyi, şöyle de kurabilirim: En hassas yerinden tahrip ettiğimiz hayatı, tamir etmemiz mümkündür. Yüreğinden uzaklaştığımız ve uzaklaştıkça “bitkisel hayata” döndürdüğümüz hayatı, ta yüreğinden yakalayabilir, hayatın atan kalbine damardan girebiliriz.

Zaten umre de “tahrib”in zıddı olan “tamir” anlamına gelmiyor mu? Umre, “ömür” kelimesiyle akraba. Ömür’e, “bedeni hayatla mamur ettiğimiz için” bu ad verilmiş. “Ömrü uzadı” cümlesi, Kur’an lisanında “Bedenini ruhuyla mamur etti” anlamına geliyor. Lisanımızda kullanılan “tamir” kelimesi, ya bizzat eylemle, ya sözle veya dua vs. gibi ibadetlerle “ömre ömür katmak” anlamına geliyor. Umre kelimesine, büyük Kur’an lügatçisi Rağıb “İçinde sevginin imarını barındıran bir ziyarettir” demiş. Bu ne güzel tarif böyle.

Sevgiyi imar etmek? Çünkü sevgi harap oluyor. Seven yerlerimiz, yani yüreğimiz harap oluyor. Hem “Sınırsız seven” hem de “sınırsız sevilen” manasına gelen ve el-Esmaulhusna’dan biri olan el-Vedûd olan Allah ile ilişkilerimiz zayıflıyor. O’ndan uzaklaşmak, kendimizden uzaklaşmak anlamına geliyor. “Şah damarından yakın olan”dan milim uzaklaşan, şah damarından fersah fersah uzaklaşır, öyle değil mi?

Kur’an “Allah’ın mescitlerini imar etmek”ten söz ediyor (9.8). Kâbe, tüm mescitlerin anası… Zira, Mekke tüm şehirlerin anası. Kâbe, Kur’an’ın şehadetiyle, yeryüzünde kurulan insanlığın ilk mabedi. “Neden bir başka yer değil de sadece orası?” sorusunun makul tek cevabı var: Yeryüzünün bağrını insan hayatına açtığı yer orası da, ondan. Bunun için, Mekke’deki “Beyt”i (“Allah’ın evi”) ziyaret, ona güç yetirebilen herkes için, Allah’ın bütün insanlar üzerindeki hakkıdır” der Kur’an. Yine, Hz. İbrahim’e, yeryüzünün ilk mabedini yeniden inşa etme emrini yerine getirdiğinde, “insanlığı çağırması” emredilir.

Dikkat buyurun: “İnsanlar”dan, “insanlık”tan söz ediliyor. Değil mi ki, yeryüzü, insanı ilk burada misafir etti? Değil mi ki, yeryüzünün soylu konuğu olan insan, ilk olarak burada zuhur etti? O halde, bütün bir insanlık kendisini misafir eden “vatan-ı aslisine” vefa göstermelidir. Yaratıldığı yere vefa göstermek, Yaradan’a vefa göstermekle eş anlamlı tutulmaktadır. Bu yüzden Mekke’ye ziyaret gurbete yolculuk değil, “sıla”ya yolculuktur. Orası bütün bir insanlık için “baba ocağı”, “ana kucağı” mesabesindedir.

İnsanlık oraya niçin çağrılmaktadır?

Hem imar ve inşa olmaya, hem de imar ve inşa etmeye çağrılmaktadır. İbadethaneler insanla mamur olur, insan ise ibadetle tamir olur. Tamir olmadan, mamur etmek ne mümkün? Kabe ile ziyaretçisi arasında, işte böyle çift boyutlu bir ilişki vardır.

Mekke ve Kâbe insanı nasıl tamir eder?

Elbet, onun harap olmuş iç dünyasını imar ve inşa ederek. Onu, kula kul olmak ve kulu kendine kul etmekten kurtarıp, Allah’a kul ederek…

Tüm önyargılarından arınarak Kâbe’ye “gören” bir gözle bakan birine, Kâbe’nim söylediği tek şey var: İddiasızlık?

Zamanları ve mekanları kapsayan bir yarışma açılsa. Yarışmanın amacı “en iddiasız yapıyı inşa etmek” olsa… Zihninizde nasıl bir yapı tasarlardınız? İşte Kâbe öyle bir yapı.

Kâbe, tevhidin ve sonsuzluğun mimarisidir. Kâbe, kulun Allah karşısındaki iddiasızlığının ifadesidir. Kâbe, “iddiasızlığın en büyük iddia” olduğunun ifadesidir. Kâbe, kulun Rabbi karşısındaki acziyetinin sembolüdür. Kâbe insanoğlunun Allah için yapacağı her şeyin, Allah gerçeği karşısında ne denli sembolik ve değersiz kalacağının temsilidir.

Kâbe, kalbin taş kesmemesi için, taşın kalp kesilmesidir.

İddiasızlığın bir başka sembolü Mekke’dir. Yeryüzünün cennet köşelerinden biri değil. Zümrüt ormanları yok, billur ırmakları yok, berrak gölleri yok. Yok, yok, yok. Adeta, yokların toplamı. Şu gerçeği haykırıyor: Allah varsa, yoklar yok olur.

Ve kefeni temsil eden ihramıyla, Kâbe ziyaretçisi de iddiasızlığın sembolü. Mekke ve Kâbe ile iddiasızlıkta bütünleşmiş ve iddiaların en büyüğüne talip olmuş kişidir o.

Hayatı kokutanlara inat, hayatı imar fırsatının olması, ne büyük lütuf!

Yorum Yaz