Yürek coğrafyamız ve sıla-i rahm

Sıla-i rahm.

Nebevi sünnete ait bir kavram. Çıplak olarak “rahm bağı” anlamına gelir. Peki, “rahm” ne anlama gelir? Ona da Efendimiz cevap versin: “İnne’r-rahme şecnetun mine’r-Rahmân: Rahm, Rahman’dan bir daldır”.

Efendimiz bununla iki şeyi kastetmiş olabilir. Birincisi: Luğavi bir tahlil yapmış olabilir ki, “Lügat olarak rahm mastarı ile Rahmân ismi arasında kök birliği vardır” anlamına gelir. İkincisi: fiili bir irtibata dikkat çekmiş olabilir ki, “Kadın rahmi, Rahman olan Allah’ın merhametinin bir tecellisidir” anlamına alınabilir.

Evet, kadın rahmi ile Allah’ın sonsuz merhametini ifade eden er-Rahman ismi arasında kopmaz bir bağ vardır. O bağ sayesinde her anne, daha hiçbir şeyini görmediği karnında devinen cenine karşı tarifi imkansız bir ilgi ve sevgi duyar. Rahim, ilahi merhametin tecellisi sayesinde insanlığın geleceğinin kendine bağlı olduğu bir organ olup çıkar. İçindeki cenini korur, kollar, gözetir ve büyütür.

Sıla-i rahm, Muhammedi davetle başlamış bir erdem değildi. İslam’ın tüm erdemleri de öyle. Onların tümü, ilk insanla başlamıştı. Hz. Hatice, ilk vahyi aldıktan sonra karmaşık duygular içinde titreyerek eve dönen Rasulullah’ı “Allah seni ebediyen mahcup etmeyecek ey Muhammed!” diye teskin ve teselli ederken söylediği cümleler içerisinde, “Sen, sıla-i rahmi gözetirsin” cümlesi de yer alıyordu.

Sıla-i rahm deyince insanın aklına sadece “kan bağı” mı gelmeli?

Mesela, din bağı gelmemeli mi? Eğer bir zihni Kur’an inşa etmişse, gelmeli. Mesela Kur’an’da peygamberlerin kavimleriyle olan mücadeleleri anlatılırken “Ehâhum Hudun”, “ehahum Lutun”, “ehahum Salihun” vs. diye peygamberlerin birbirleriyle kardeş olduğunu ifade eden ibarelere yer verilir. Yine peygamberlerin kafir akrabaları anlatılırken de tersi bir üslup kullanılır. Mesela Hz. Nuh’un oğlu için “O senin ehlinden/ailenden değildi” denilir.

Demek ki insanların bir bel soyu, bir de yol soyu var. Veya bir döl akrabalığı, bir de yol akrabalığı var. Hz. Peygamber “Selman bizdendir, ehl-i beytimizdendir” derken, bel akrabalığını değil, yol akrabalığını kastediyordu.

Şu halde, sıla-i rahim deyince sadece kan bağı değil de din bağı da akla gelecekse, şu hükme varmamız gayet tabii: Müslümanın yeryüzünün her hangi bir yanındaki parçalarını arayıp ziyaret etmesi, bir sıla-i rahimdir; hem de sıla-i rahmin en büyüğü. Büyük ailemizin kayıp çocukları için de geçerli aynı şey. Onları arayıp bulmak, kaybettikleri yuvalarına geri dönmeleri için “davet” etmek, bu davete icabet edenlere kol kanat germek, kucak açmak, yüreği onlara yatak etmek?

Bunun böyle olduğunu, Açe’yi, Endonezya’yı, Malezya’yı ziyaretimiz sırasında bir kez daha gördük.

Ümmet dediğimizde, dev bir aileden söz etmiş oluruz. Bu aile nice zamandır anadan babadan mahrumdur. Yani yetimdir, öksüzdür. Kimi kimsesi, bakanı çekeni yoktur. Ailenin üyeleri birbiriyle karşı karşıya gelince kimi zaman çekiniyor, ürküyor, hatta yad yabancı gibi duruyorsa, bu ondandır.

Ama biz Açe’de bu yabancılığı yaşamadık. Yolda giderken arabayı durdurup, topluca bulunan kızlı oğlanlı guruplarla konuşmayı denedik. Eğer kendi dillerinden başka dil konuşamıyorlarsa, bu takdirde göz, yüz ve gönül dilinin yanına, din dilini de ekledik. Meğer bu din dili ne etkili bir dilmiş! Selamı verdiğinizde, kapıyı vurmuş oluyorsunuz. O ana kadar ürkek ve endişeli olan muhatabınız, o andan sonra birden bire değişiveriyor. Hemen moda giriyor. Eğer arkadan bir de Fatiha’nın girişi gözükürse, arkasını çocuklar kendileri getiriyorlar. Ve dillerini bilmediğiniz ve dilinizi bilmeyen insanlarla aranızda sıcak, sımsıcak bir bağ kuruluveriyor. İşte buna diyorlar “gönül bağı” diye.

Açe’deki Osmanlı köylerinden biri olan Tanah Abe’den dönerken iki çocuk gurubuna rast geldik. Arabamızı durdurup onlarla hasbıhal ettik. Ortak bir dilimiz olduğunu onlar da biz de bir kez daha keşfettik. “Müslümanlar ancak kardeştirler” düsturunun oluşturduğu o üst dil sayesinde, yabancılık çekmedik. Sanırım bu yeryüzünün her tarafında geçerli olan bir durum.

Ümmetin her bir ferdi, büyük ailesinin fertlerini ziyaret etmeyi içinde bir ukde olarak yaşatmalı. Doğan ilk fırsatta, yürek coğrafyasının her hangi bir parçasında soluğu almalı. O zaman “En iyi Müslümanlık bizde” gibi cehalet ve hamaset kokan inciler sarf edilmez. O zaman “ördekten başka kuş, kendisininkinden başka baş” tanımadığı için “arkanda kimse yok birincisin” durumu yaşayanların ayakları yere basabilir. O zaman, bizim sayısı şimdilerde bir buçuk milyarı aşan büyük bir ailenin parçası olduğumuz gerçeği kafalara bir kez daha dank eder.

Bizden söylemesi: Gücünün farkına varmayanlar, korku ve zilletle cezalandırılırlar.

 

Yorum Yaz