Var olmak iletişim kurmaktır

Bir süredir iletişim ve din ilişkisi üzerine düşünüyorum.

Zihnimde “vahiy, nübüvvet, risalet, nebi, Rasul, nüzul, miraç, dua, davet” gibi temel dini kavramlar bir zincir oluşturuyor. Bu da beni “Din, insanın, Allah ve mâsivallah (Allah dışındaki her şey) ile iletişimini düzenleyen kurumdur” sonucuna götürüyor.

Eğer “önce söz var” idiyse, varoluşun gerekçesi iletişim olup çıkmaktadır. Çünkü “ol” sözü “oluş”tan öncedir. “Ol!” diyen demiş, oluş da oluvermiştir. Şu halde “önce söz vardı”, diğer bir ifadeyle “önce iletişim oldu” anlamına gelir. Bu yüzdendir ki, eğer Allah’a bir meslek izafe etmek caiz olsaydı, bu “iletişim” olurdu. Zaten zihnimde bir zincir gibi uzayıp giden temel dini kavramların hemen tamamına yakını ya doğrudan ya da dolaylı olarak Allah-insan-tabiat arasındaki iletişimi ifade eder.

Bu açıklamaların ardından sanırım şöyle bir hüküm cümlesi sakil kaçmaz: Var olmak iletişim kurmaktır. Çünkü var olmanın kendisi bir dildir. Var olan mutlaka konuşur. Var olup da konuşmayan, iletişim kurmaktan kaçınan yoktur. Zaten var olan bunu istese de yapamaz. Var olanın mutlak iletişimsizlik hali, yokluk halidir, bu da muhaldir.

“Mutlak Varlık” dışındaki hiçbir şey kendi varlığına kendisi karar veremediği gibi, kendi yokluğuna da kendisi karar veremez. Dolayısıyla varoluşsal bir hal olan iletişim, eşyanın arızi değil zati bir unsurudur. “Biz göğe ve yere ister gönüllü ister gönülsüz (varlık meydanına) gelin dedik, onlar da “Biz gönüllü olarak geldik” dediler” ayetinin mefhumu da bu hakikat olsa gerektir.

İletişim bir varlığın kendi varoluşunu ifşa etmesidir. Bu söz ile de olur öz ile de olur, hâl ile de olur. Esasen Yaradan iletişimin sayısız yolarını var ettiği gibi, bu yolları kullanacak sayısız araçlar da var etmiştir. Tıpkı ses gibi renk bir iletişimdir, koku bir iletişimdir, ışık bir iletişimdir, bilinç bir iletişimdir, bilgi bir iletişimdir, hareket bir iletişimdir.

Vahiy, insanoğluna iletişimi kayıt altına almayı ilham etmiştir. Bu nedenle yazı tali bir iletişim aracıdır. Evet, oluş zati, söz ârızi (arazi), yazı talidir. Bu yüzden varoluşsal iletişimde anlam hiç kaybolmaz, sözsel iletişimde kısmen kaybolur, yazı da daha fazla kaybolur. Varoluşsal dilin doğruya nispeti yüzde yüz yalana nispeti sıfırdır. Sözlü ve yazılı dilin farklı yüzdelerle doğruya olduğu kadar yalana da nispeti vardır.

İşbu nedenle kadim Hermetik mirasta yazıya hiç güvenilmez. Kuşkuyla bakılır. Bilgiyi ayağa düşürerek “cahillerin” (kendini/haddini bilmezlerin) elinde oyuncak etmesinin yanında, yalanın yazı sayesinde gerçek suretine bürünmesi veya gerçeğin yükünü yazının zayıf omuzlarının taşıyamaması endişesi de vardır.

Bu ve buna benzer haklı-haksız gerekçelerle yazının güvenilmez olduğunu savunanlar her çağda var olagelmiştir. Benzer bir güvensizliğin kadim Arap kültüründe de bulunduğunu biliyoruz.

Arap eşrafının yazıya soğuk bakmasının temelinde bu kültür yatmaktadır. Hatta bu kültürde yazı düşük sınıfların iştigal ettiği bir “zenaat” alanı gibi telakki edilmiştir. Arap edebi zevkinin doruğa çıktığı dönemlerde yazı bilen şairlerin şiirine pek güvenilmemiştir. Hafıza hep önde ve el üstünde tutulmuştur. Bu yüzden içinde söz kusuru taşımayan şiire hep kuşkuyla bakılmıştır: Acaba şair şiiri üzerinde sonradan oynamış, düzeltmeler yapmış mıdır? Bu edebi ürünün “redaetine” (düzeysizliğine) yorulmuştur. Cahiliyye şiiri alanında otorite olan el-Asmai, bazı çok ünlü Arap şairlerinin şiirlerinin kusursuzluğu ve okuyup-yazma bilmeleri yüzünden eleştirildiklerine örnekler verir.

Elbette kadim Hermetizm ile başlayan ve yazıya güvensizlik üzerine oturan bu yaklaşım yazının gelişimini durduramamıştır. Çünkü özünde haklı değildir. Yazı eni-konu bir araçtır. Araçların onu kullanandan bağımsız bir akılları yoktur. Bir aracın aklı, onu kullananın aklıdır. Dolayısıyla araçlar “sütü bozuk”, “kanı bozuk” olamazlar. Olsa olsa onları kullanan aklın sütü bozuk, kanı bozuk olduğundan söz edilebilir. Yazı, kendisine yapılan bu haksızlığı biraz da ilahi vahyin kendisine verdiği büyük destek sayesinde aşabilmiştir. Yazının olumsuz işlevinden söz edenler şimdi dahi bulunabilmektedir.

Peki aynı şey yine araçlardan bir araç olan gazete için, radyo için ve hassaten de televizyon için söylenebilir mi?

Yani, modern iletim-iletişim araçlarından mesela televizyonun bizatihi, kendiliğinden kötü olduğu, sütü bozuk, kanı bozuk olduğu savunulabilir mi? Bir aracın mahiyetini onun yaygın kullanılış biçimi mi belirler? Dahası bir aracın kötü kullanımı onun mahiyetini değiştirebilir mi?

Televizyon bir iletim aracıdır. İlettiği şey ya eğlencedir, ya bilgidir, ya reklam yoluyla bir metadır, ya zihniyettir, ya belli bir siyaset tarzı veya hayat tarzıdır vs… Kötü kullanımın en kötü yanı, kullanılan aracın bu kötülükle özdeşleşmesidir. Kolektif zihnin bu yanılgısı belki de araçları kötü kullananların en büyük sermayesidir. Alternatiflerinin önünü biraz da bu yolla keserler. Bilinen bir gerçektir ki ne kadar yaygın olursa olsun hiçbir kanaat bir şeyin mahiyetini değiştirmez? Peki ya neyi değiştirir? Neyi olacak! Hem ona sahip olup, hem de kötülüğü aracın mahiyeti zannedenleri.

Bu tam da hem evli hem de Katolik kalmak isteyen bir papazın durumudur. Müslümanların paralarıyla açılan şu televizyonların hal-i pür melaline bir bakın, ne dediğimi anlarsınız.

 

Yorum Yaz