Halife dışarı, Papa içeri!

Hamaset yapma niyetinde değilim. Ama sizce bu işte bir yanlışlık yok mu? Yani, şu geldiğimiz nokta kolayca izah edilecek bir nokta mı? Her alanda yaşadığımız “yaman çelişki” ve “tarihi yanılgı” örneklerinden biriyle daha karşı karşıyayız anlayacağınız.

Tüm dünya Müslümanlarının gönlünü, gözünü ve yüzünü kendisine döndürme vesilesi olan halifesini apar topar, aç bi-ilaç ve muhannete muhtaç bir halde kapı dışarı eden bu ülke, gün gelecek, bayraklarını Hıristiyanların Papa’sı için indirecekmiş. Halifesini kovma gerekçesini, Papa’nın ölümü üzerine bayraklarını yarıya indirirken hatırlamayacakmış bile. Fransa’dan ithal ettiği laikliği Fransa’ya satacak kadar keskin olan ülkem, Papa’nın cenazesini görünce, laikliğini unutacak kadar munismiş meğer.

Ya İslam halifesi konusunda bugüne kadar sürdürülen o tavır yanlış, ya da Papa konusundaki bu tavır. İkisi birden doğru olamaz.

“Kaderin garip cilvesi” dersek, Allah’a iftira olur. En iyisi biz “felek”e “sana n’ettim n’eyledim” diye sual eden o türküyü mırıldanalım.

Papa ya da bir başkası, kendini dine adamış olan önceki vahiylerin takipçilerine saygı gösterilmelidir. Bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkan Hz. Peygamber, bunu yadırgadığını belli edip “Neden?” diye soran birine, “İnsan değil mi?” diye cevap vermişti. Buna ilaveten, ibadete adanmış mekanlara saygı gösterilmelidir. Bu vahyin verdiği terbiyenin bir gereğidir (22.40).

Fakat! Papa için bayraklarını yarıya indiren Türkiye’nin, Başbakan’ı din büyüklerine iftar verdi diye, kimilerinin “post modern” adını verdiği türden bir “darbe”ye maruz kalan ülke olduğunu unutabilir miyiz? Dahası, “Müslümanların bir halifesi neden yok?” sorusunun sorulmasının dahi kalbur kadar yürek istediği bir ülke olduğunu kim bilmez?

Dikkat ederseniz bu hep böyle oluyor.

Bu ülkede “din” deyince laiklik krizine girenlerin varlığı biliniyor. Bunlar etkili ve yetkili mevkideler. Aslında bu tanıdık histeri Hıristiyanlık, Yahudilik hatta Budizm, Şintoizm, her türden paganizm, animizm, totemizm, satanizm söz konusu olunca gözükmüyor. Sadece İslam deyince ortaya çıkıyor.

Sebebini sorsak sanırım şöyle diyecekler: Ama efendim onlar bizim hayat tarzımız için tehdit oluşturacak kadar kalabalık değiller?

İyi de, siz kimsiniz? Çoğunluğun inanç sistemine karşı bir hayat tarzı tasarlayıp, bunu da millete rağmen koruyup kollama yetkisini size kim verdi? Çoğunluk neden azınlığa tâbi olsun? Bu ancak azınlığın “azgın” olması durumunda zorla, kol bükerek, tehdit ederek, sindirerek, zulmederek olur.

Batılıların en büyük arzusu Müslüman bedenini başsız bırakmaktı. Başı koptuktan sonra bu bedenin yaşayıp yaşayamayacağı onların umurunda değildi. Bu fırsatı yüzyılın ilk çeyreğinde elde ettiler. Müslüman dünyanın başsız bıraktıkları bedeninde istedikleri organ naklini kolayca gerçekleştireceklerini hesap ettiler. Öyle de oldu. Koca coğrafya hâlâ hoyratça kesilip biçiliyor, işe yarar organları yağmalanıyor.

Bu gelinen noktada “Başın hiç mi kusuru yoktu?” sorusu sorulabilir. Haklı bir sorudur da. Cevabı da bellidir: elbet vardı. Hatta kusurun çoğu başa aitti. Baş başlığını yapmayınca, ayak ayaklığını, el elliğini yapmadı. Beyin sulanmış, akıl harap, mantık felçti. Ona artık sembolik olarak “baş” denilebilirdi.

Fakat böyle bir baştan bile korktular. Yani, onun sembolik olarak orada olmasına bile razı olmadılar. “Hilafet” ve “halife” üzerine Lozan’da yapılan gizli pazarlıkların bir kısmı olayın canlı şahitleri tarafından daha sonra aktarıldı. Ama bu pazarlıklarda nelerin konuşulduğunu belki de tam olarak hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ama olan oldu ve içi boşalmış bir “hilafet” kurumuna bile tahammül göstermediler.

Buradan ne çıkar?

Şu çıkar: İster Türkiye’ye 100 yıldır dayatılan “tüm iddialarından vazgeçerek irtidat et, meşruiyet beratını imzalayalım” kanırtmasına destek veren çevreler olsun, isterse İslam’ı bir kuşa benzetirsek egemen güçler bizden hoşnut ve razı olur diyen zavallı çevreler olsun; efendileri onlardan asla razı olmayacak! İçi boş bir başı bile çok görenler, İslam’ı andıran hiçbir unsura tahammül etmeyecektir. Bu ülkenin yüzyıllık tarihi bunun delilidir.

Son yüzyılı, Papa’nın ölümü vesilesiyle özetleyecek olursak, tek bir cümle ortaya çıkar: Halife dışarı, Papa içeri!

İşte bu yüzden, bu ülkede, Osmanlı’nın yıkılışından sonra uzun süren bir “fetret”ten başka, bahse değer bir şey vuku bulmadı. Mesele “derin-sığ” tartışması değil. Bu, sünnetçinin çıngırağı, bu kayıkçı kavgasıdır. Değerler olmadan millet olur mu? Millet olmadan devlet olur mu? Devlet neye denir, bir devlet ne zaman devlet olur? Biz asıl bu soruları tartışalım.

Fetret hâlâ devam ediyor ve bu gövde kendi başına kavuşuncaya kadar da devam edecek. Bedenin tüm hayati fonksiyonları ancak o zaman normale dönecek.

“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” sözü, kof bir hamasetten öte hiçbir şey ifade etmiyor. Ondan önce diyecek bir şey var: Ya baş bedene, ya da yanın gidene!

Yorum Yaz