Kur’an’ın anlamıyla buluşmak

Akıl vahyin iniş nedenidir. Vahye muhatap olmanın asgari şartı akıl sahibi olmaktır.

Akıl ve Kur’an

Akıl kalbin emniyet kemeridir; duyguları iradeye bağlar. Eğer arıya vahyedildiğini bildiren ayette olduğu gibi vahyin “içgüdü” anlamını kastetmiyorsak, vahyi akıldan ayrı düşünemeyiz. Zira vahyin muhatabında aradığı en temel özelliklerden biri “akletme” yeteneğidir. Bu yüzden “Akletmez misiniz?” diye ısrarla sorar.

Kur’an’da, cehennemliklerin konuşmasının nakledildiği bir ayette “aklını kullanmak” ile “vahyi dinlemek” birbirinin yerine kullanılır:“Eğer vahyi işitseydik ya da akletseydik şimdi cehennemliklerin arasında olmazdık.” (Mülk 10)

Bu, doğru işleyen bir akıl ile bozulmamış bir vahyin, insanı hakikate götürmede eşit derecede referans olacağını gösterir. “Doğru işleyen bir aklın ölçütü nedir?” denilecek olursa, bunun cevabını Kur’an birçok yerde, özellikle de “Yanlış işleyen aklın nasıllığı” üzerinden Müddessir 18-25’te vermektedir.

Kur’an yer, gök, güneş, ay, gece, gündüz vb. gibi tabiatı ve kâinatı oluşturan unsurlara “âyet” (gösterge) dediği gibi, kendi surelerinin temel birimlerine de “âyet” der. Vahyin indiriliş amacı, akıl izan sahiplerinin ders almasıdır (Sâd 29).

Kur’an muhatabından aklını işe dâhil etmesini ister. “Akletmezler mi?” diye sorar. “Ne kadar da azınız aklediyor?” diye sitem eder. “Onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi?” diye sorar. “Biz Kur’an’ı ders almak için kolaylaştırdık; o halde yok mu ders alan?” (Kamer 17) diye sorar.

Bu soruyu bir tek surede (Kamer) tam dört kez sorar. “İbret alın ey aktif akıl sahipleri!” diye seslenir. “Biz ayetlerimizi tefekkür eden bir topluluk için işte böyle ayrıntılı ve açık seçik kıldık” (Yunus 24) der. Kur’an baştan sona düşünme ve akletmeye atıf yapar. Tam 850 yerde aklın fonksiyonu olan bilgiye atıf yapar. Kur’an’da bu kadar çok atıf yapılan bir başka insan özelliği daha yoktur.

Kur’an “Varlıkların en şerlisi kimdir?” sorusuna hiçbirimizin durup dururken vermeyeceği muazzam bir cevap verir: “Allah katında hareket eden varlıkların en şerlisi, akletmediği için hakikate kör ve sağır davranan kimselerdir.” (Enfal 22) Yine Kur’an Allah’ın akletmeyenleri pisliğe mahkûm edeceğini söyler (Yunus 100).

Bu yüzden Haris b. Esed el-Muhasibi şu muhteşem cümleyi kurar: “Akıl Kur’an’dır, Kur’an akıldır.” Aklın Kur’an, Kur’an’ın akıl olması için o aklın vahiyle inşa olması gerekir. Vahiyle inşa olan akıllar “Kur’an’ın format attığı akıl” olmayı hak ederler. ‘Hamili Kur’an’ olmak ‘hâfız-ı Kur’an’ olmakla eş değer değildir. Hamil-i Kur’an olmak, önce aklı Kur’an’a kesmek, sonra o akılla iki ayaklı Kur’an olmaktır. El-Muhasibi’ye göre “akletmek, anlamaktır”.

Kur’an’ı anlamaya dair

Okumaktan murat anlamaktır. Bir uyarıcının davetini işitip de onu anlamayan kişi, Kur’an tarafından, çobanın uyarısını sadece çığlık bağlık olarak algılayan koyun sürüsüne benzetmektedir (Bakara 171).

Bir Yahudi Eski Ahid’i anlayarak okumak zorunda değildir. Hatta Hahamları onlara ‘Mukaddes Kitabı’ anlayamayacaklarını telkin ederler. “Mukaddes Kitabı” anlama işi seçkin bir sınıfa ait bir ayrıcalıktır. Sıradan bir Yahudi bu işe kalkışmamalıdır.[3] Anlayış olarak Yahudileşmiş bazı Müslüman kesimler de Kur’an için aynen böyle düşünür. Aynı şey Vedalar’ı okuyan bir Brahmanist ve Budist için de geçerlidir. Kur’an’ı anlamadan okumak, Kur’an’a Eski Ahid ve Vedalar muamelesi yapmaktır.

Vahiy aç ruhları doyurmak için indirilmiş bir gök sofrasıdır. Bu sofradan yemek için, insanın, ruhunun acıktığını bilmesi lazım. Midemizin açlığını beynimize haber veren enzimler vardır. Bu enzimler organizma ile beyin arasında bir “elçi” işlevi görürler. Bu elçilerin getirdiği haberle insan açlığını fark eder ve yiyecek arayışına yönelir. Hayatı idame ettirmek için karın doyurma süreci işte böyle gelişir. Ne var ki aç ruhlara açlıklarını haber veren “enzimler” yoktur, fakat Allah’ın seçtiği “elçiler” vardır. Allah o elçiler aracılığıyla yolladığı vahiyleri, aç ruhların önüne bir gök sofrası gibi sermiştir.

Bu sofradan yemenin bir şartı vardır: Ruhun, hayat gemisinin kaptanı olduğunu bilmek. Hayat gemisinin kaptan köşküne cesedini koyanların uğrayacağı limanlar şehvet ve haz limanlarıdır. Bu limanlar arasında seyredenlerin hayat gemisi “yol almaz”, sadece “dolaşır”. Sahibini sahil-i selamete çıkarmaz. Kendisini bekleyen mukadder son ya bir fırtınada batmak, ya da kayalara oturmaktır.

Gök sofrasından yiyen aç ruhlar harekete geçerler. Vahiy böylelerinin gönlüne, özüne sözüne, yüzüne gözüne, eline ayağına, diline dudağına yürür. Ta ki o insan vahiyle konuşur, vahiyle görür, vahiyle tutar, vahiyle yürür hale gelir. Gök sofrasından aldığı derman ile kişi “pasif iyi” olma halinden “aktif iyi” olma haline geçer. Zaten vahyin maksadı da budur. Tıpkı ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’i “Kalk ve uyar” emriyle aktif iyi yaptığı gibi, tüm muhataplarını aktif iyiler zümresine dâhil etmek ister.

Kur’an, anlamı olan bir hitaptır

Sadece gökler ve yerler “hak ile” yaratılmamışlardır, vahiy de “hak ile” indirilmiştir: “Biz onu hak ile indirdik, o da hak ile indi” (İsrâ’ 105). Zira vahiy mutlak hakikate atıf olma amacıyla anlamlı bir hitap olarak indirilmiştir. İndiriliş amacını da bunu tahakkuk ettirerek gerçekleştirmiştir. Anlamlılık ve amaçlılık ilkesi sadece Kur’an vahyinin geneli için konulmamıştır. Kur’an’daki kıssalar ve mesellerin de bu ilkeye tabi olduğu ayrıca vurgulanır. Mesela Kur’an’ın sembolik dili en yoğun suresi olan 5 kıssa/meselli Kehf suresinin daha başında “Sana onların haberini hak ile (bi’l-hakk) anlatacağız” (Kehf 13) buyurulur. Bunun açılımı “doğru bir anlam ve amaca uygun olarak anlatacağız” buyurulur. Büyük müfessir Zemahşeri ayetteki bi’l-hakk’ı “sahih bir amaçla” (bi’l-ğaradı’s-sahîh) şeklinde tefsir etmiştir. Yine Bakara suresinde Talut ve Calut kıssası anlatıldıktan sonra bu kıssanın “hak ile”, yani “bir anlam ve amaç için” anlatıldığı vurgulanır (Bakara 252). Yine içinde Musa-Firavun kıssasının anlatıldığı Kasas suresinin başında da bu kıssanın “sahih bir anlam ve amaç için” (bi’l-hakk) anlatıldığı vurgulanır (Kasas 3).

Kur’an’ın bir anlamı vardır, çünkü bir amacı vardır. Kur’an’a bir anlam taşımıyormuş muamelesi etmek, onu amacından koparmaktır. Kur’an’ın amacı muhatabının aklını karanlıklardan kurtarıp ışığın kaynağına kavuşturmak, yani doğru yola yöneltmektir (hidayet). Kur’an indiriliş amacı olan hidayeti ancak anlamı kavrandığında gerçekleştirebilir.

Anlamın kaynağı olan Allah anlaşılmasın diye konuşmaz. Bu abestir. Allah abesle iştigalden münezzehtir. Bırakınız Allah’ın kelamını, Allah’ın yarattığı nesneler bile kendi lisanlarınca konuşmaktadır. Ya Allah’ın konuşması bir anlam ve amaç taşımasın mı?

Bir şeyi anlam ve amacından soyutlamadan o şey fetiş haline getirilemez. Kadim putperest kavimler güneşi, ayı, ırmağı, dağı, kurdu, kuşu, ineği, boğayı ve daha birçok şeyi fetiş edinmişler ve tapmışlardır. Bu bir sapmadır. Fakat bu sürecin başlama noktası bu varlıkları var ediliş anlam ve amacından koparmaktır. Ancak bu işlemden sonra fetiş haline getirilebilir. Kur’an anlam ve amacından soyutlanmadan fetiş haline getirilemez. Vahyi fetiş haline getirmeyi göze almış birinin yapması gereken ilk iş, onun anlamı olan bir hitap oluşunu göz ardı etmektir.

Kur’an’ı anlamak farzdır

“Tamam, vahyin anlamı vardır, kabul; fakat onu sıradan mü’minler olarak bizler anlayamayız” diyerek insanları Kur’an’ı anlama faaliyetinden soğutmak, üç açıdan cinayettir:

  1. Allah’a yalan isnadı açısından:Zira Allah bu kitap “apaçık ve anlaşılır” diyor. Allah “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” buyururken, Kur’an’ı sıradan insanın maksadıyla birlikte anlayacağını söylemiş oluyor. Fakat kendilerine “Müslüman” diyen birileri çıkıp “Yok, bu kitabı biz anlayamayız” diyor. Bunun “Allah doğru söylemiyor” demekten başka bir anlamı var mı?
  2. Allah’a iftira açısından:Allah insanlara alıp uygulamaları maksadıyla bir mesaj göndermiştir. Mesaj ancak anlaşıldığında uygulanır. Kimse, anlamadığı mesajı uygulamadığı için sorumlu tutulamaz. Şu halde Allah hem anlaşılmayan bir mesaj gönderip, hem de anlamadığı için insanı sorumlu tutmuş mu olmaktadır? Bu Allah’a yapılmış büyük bir iftiradır.
  3. Kur’an’ın ve İslam’ın hakkını çiğneme açısından:Kur’an’ın hakkı, onu yaşamaktır. Yaşamanın şartı onu anlamaktır. “Biz Kur’an’ı anlayamayız” diyenler, Kur’an’ın yaşanmasına engel olmaktadırlar. Bunu yapanlar indirilen dinin yerine uydurulan dini koyanlardır. Onlar aslında Kur’an’ı anlaşılmaz ilan ederek, uydurulan dinin açığa çıkmasından korkuyorlar.

“Biz Kur’an’ı anlayamayız” diyerek Kur’an’ı “yalnız/mehcûr” bırakanlarla, Kur’an’a “apaçık sihirdir” (Maide 110) diyenler arasındaki fark şudur: Anlayamayız diyenler Müslümanları Kur’an’dan uzak tutarken, sihrun mubîn diyenler ise müşrikleri Kur’an’dan uzak tutmayı amaçlıyorlardı? Sizce ikisi arasında fark var mıdır?

Vahiy, Âlemlerin Rabbi tarafından, âlemlere rahmet olan bir Peygamber eliyle, âlemlere (bütün bir insanlığa) gönderilmiş olan bir doğru yol rehberidir. Vahyin hitap şekillerinden biri de “Ey insanlar!” (yâ eyyuhe’n-nâs) şeklindedir. Bu hitaba muhatap olmadığını düşünen, kendini insanlık ailesinin üyesi saymıyor demektir.

Kur’an vahyinin ilk kelimesi aynı zamanda bir emirdi: “Oku!” Çok geniş bir anlam açılımı olan bu emir öncelikle “Anla!” manasına gelir. Zira birine “Oku!” denildiğinde ayrıca “anla” denilmez. Çünkü okumaktan murad anlamaktır. “Oku, ama anlamasan da olur” deniliyorsa, orada hitap-metin bir anlam taşımıyor demektir. Bunu Kur’an için söylemek, kendine mubîn (açık ve anlaşılır) diyen Kur’an’a hakarettir.

Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Rasûl onu okudu, anladı, yaşadı ve anlattı. Fakat Hz. Rasûl’ün Kur’an’ı anlama sorumluluğunu yerine getirmiş olmasını sahabe, “O bu sorumluluğunu yerine getirdiğine göre bizden bu sorumluluk kalkmıştır” şeklinde anlamadı. Aksine sahabe de Kur’an’ı anlama çabasını sürdürdü. Bir sonraki nesil de, sahabenin Kur’an’ı anlama çabasını bahane ederek kendi üzerinden Kur’an’ı anlama sorumluluğunun kalktığını iddia etmedi. Aksine onlar da bu konuda çaba gösterdiler. Bu böyle sürüp gitti. Ortaya konulan sayısız tefsir ve ulumu’l-Kur’an edebiyatı bunun delilidir.

Aynı sorumluluk bizim için de geçerlidir. Her nesil kendi zamanının şahididir. Kendi “şimdi ve burada”sından yola çıkar. “Rabbimiz bizi de şahitler arasında yaz!” diye dua eder. Zira “Onlar Kur’an üzerinde tedebbür etmiyorlar mı?” (Nisa 82) uyarısı ve emri önceki nesillerin boynuna ne kadar sorumluluk yüklüyorsa, sonraki nesillerin boynuna da aynı sorumluluğu yüklemektedir. “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez” (En’âm 164) Kur’ani ilkesi ortadayken, Kur’an’ı anlama sorumluluğunu bazı nesillere hasredip diğer bazı nesillerin üzerinden kaldırır tarzda bir tavır takınmanın savunulabilir bir tarafı yoktur.

Kur’an Allah’ın muradını taşır. Bu murad sadece Kur’an’daki emir ve nehiylerde kendini ifşa etmez. Bununla birlikte Kur’an kıssalarında, geçmiş kavimlerin haberlerinde, dramatize etmenin en güzel yöntemi olan Kur’an mesellerinde, ahirete ilişkin gaybi haberlerde, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, hak ve batılı, zalim ve mazlumu tavsif eden ibarelerde de ifşa eder.

Kur’an, sahibi Allah olan hayat okulunun yine Allah’a ait olan müfredatıdır. Kur’an’dan ders almayan Allah’tan ders almıyor demektir. Vahiy kendisini “düşünen bir topluma” ithaf eder. Vahiyle hayatına istikamet vermek isteyenler vahiyden ders alır.

Allah Rasulü “Ümmetimin en şereflileri Kur’an’ı taşıyanlardır” buyurur. Dikkat! Burada Kur’an’ı taşımak Kur’an’ı hafızada, elde veya boyunda taşımak değildir. Buradaki taşıma tam da Cuma 5’teki “taşıma” ile aynı manadadır: “Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındaki yükün değerinden habersiz olan) eşeğin durumu gibidir.” Ayette de hadiste de geçen kelime hamldir. Kur’an hamili olmak, Kur’an’ın hammalı olmak değil, Kur’an’ın âmili olmaktır.

Kur’an’ı anlamak ilahi muradı anlamaktır

Burada şöyle bir mesele öne sürülebilir: Tamam, Kur’an’ı yaşamak için anlamak lazım da… Fakat akıllar farklı, idrakler farklı, anlayışlar farklı, birikimler farklı, bilgiler farklı, ilgiler farklıdır. Bu kadar farklılığın olduğu yerde Kur’an’dan anlaşılan şeyler de farklı olmaz mı? Eğer böyle olursa bir tek kaynaktan birçok farklı yorum çıkmaz mı? Bu da Kur’an’ın ve dinin birlik amacına aykırı olmaz mı?

Bir kere Kur’an’ı anlamaktan murad murad-ı ilahiyi anlamak olmalıdır. Eğer maksat bu değilse, bunun adı “kitaba uymak” değil “kitabına uydurmak” olur. Kitaba uyanlar tertil, tedebbür, tezekkür, taakkul, tefakkuh ve tefekkür yoluyla, lafız-mana-maksat üçlüsünü birbirinden ayırıp koparmadan, ilahi muradı anlamaya çaba gösterirler.

Murad-ı ilahiyi anlamak kimsenin tekelinde değildir. Başta Kur’an, bu tür muhtemel anlama tekellerini daha baştan kırmak için kendi ayetlerini “kitabın anası” ve “müteşabihat” diye tasnif eder. Muhkem-müteşabih konusu, ayrı bir başlık altında ileride işlenecektir. Bu tasnifin yapıldığı Al-i İmran 7. ayet “anlam garantisini” hiçbir kişi ve zümreye vermemektedir. Devamında ise ilimde derinleşenlerin birden fazla anlama açık olan ayetler hakkında kendi vardıkları sonucu mutlaklaştırma yerine şöyle demeleri gerektiği vurgulanmaktadır: “Biz ona inanırız, tümü Rabbimizin katındandır.” Kur’an bu üslubuyla, “hakikatin gizli bilgisi seçkin bir zümreye (havass) verilmiştir” diyen Bâtıni/Gnostik eğilimlerin karşısında durur.

Maksat açısından bu ayet, sadece seçkin bir zümreyi değil, herkesi okuma ve anlamaya çağırır. Ayet zımnen Kur’an üzerinde “anlama tekeli” oluşturmaya daha baştan set çekmektedir. Bu demek değildir ki Kur’an’ı herkes işine geldiği gibi yorumlasın, aklına eseni Kur’an’a söyletsin. Kendi heva ve hevesini Allah’ın kelamı üzerinden tatmin etsin. Bunu böyle yapan Kur’an’a inşa edici bir özne olarak bakmıyor, Kur’an’ı nesneleştiriyor demektir. Zira Kur’an’a inşa edici bir özne olarak iman eden kimse, Kur’an’ı inşa etmek için değil, Kur’an’la inşa olmak için Kur’an okur. Evet, Kur’an öznedir. Kur’an’ı anlaması gereken insan da öznedir. Bu yüzden Kur’an okumak iki özne arasında kurulan bir diyalogdan ibarettir. Kur’an kendisini yüreğinden okuyanın yüreğini okur, yüreğini okuduğunun sorduğu sorulara cevap verir.

Kur’an’a karakola çekilmiş zanlı muamelesi yapıp ona zorla söyletmek isteyenlere engel olmanın yolu, Kur’an’ı anlamayı yaygınlaştırma çabalarının önüne gerilmek değildir. Zaten bu mümkün de değildir. Dünyada istismar edilmemiş bir değer bulunmamaktadır. Eğer istismarı imkânsız bir değer olsaydı, bu Allah olurdu. Allah’ı bile istismar edenlerin varlığından Kur’an haber verdiğine göre, bunu Allah engellememiş demektir. Allah’ın engellemediğini engellemek kul için muhaldir. Şu halde istismarcı var diye Kur’an’ı anlamanın önüne keyfi setler çekenler, “istismarın istismarını” yapıyorlar demektir.

Kur’an’ı anlamanın önüne çekilen keyfi setlerden biri de anlamı dondurmaktır. Kur’an’ı yoğun sembolik dilinden soyutlayıp onu matematiksel kesinliğe indirgemek, Kur’an’a askeriyede kapıların arkasına asılan “talimname” muamelesi yapmaktır. Bu Kur’an’ı daha iyi anlaşılır kılmadığı gibi, onu kendisinden anlam üretilecek bir kaynak olmaktan da çıkarır. Böylece Kur’an sadece “enformatik bir metne” indirgenmiş olur. Dolayısıyla ortada, “Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” hitabını gerektirecek bir derinlik de kalmaz.

Kur’an, korunmayı değil anlaşılmayı talep eder

Kur’an’la inşa olmak yerine Kur’an’ı inşa etmeye kalkanların istismarı Kur’an’a bir zarar vermediği gibi, istismarcıları istismar ederek Kur’an’ın anlaşılması önüne set olanlar da Kur’an’a hizmet etmiş olmaz, aksine Kur’an’a diğerlerinden daha büyük zarar vermiş olurlar.

Murad-ı ilahiyi anlama çabasında tabii ki herkes aynı başarıyı gösteremeyecektir. Fakat bu o kişinin Kur’an’ı anlama çabasından muaf tutulacağı anlamına gelmez. Herkes halis niyetle gösterdiği çabanın karşılığını Allah katında alacaktır. Bu çaba ister başarılı olsun, ister olmasın. Akıllar farklıysa anlayışların da farklı olmasından daha doğal bir şey olamaz. Kaldı ki, bu risk sadece sonraki nesiller için değil, bizzat sahabe nesli için de geçerliydi. Buhari’nin naklettiği Adiy b. Hatem hadisi bunun delilidir. O Bakara 187’deki “beyaz iplik” ve “siyah iplik” sembolik ifadelerini lâfzî olarak yorumlamış ve yastığının altına koyduğu iki iple sahurun bitiş vaktini tespit etmeye çalışmıştı. Allah Rasulü onun yaptığını “kalın kafalılık” olarak nitelendirdi.[4] Eğer bu olay Hz. Peygamber’in vefatından sonra vuku bulsaydı, muhtemelen sahabenin yorumu ve içtihadı olarak kayıtlara geçecekti. Bu gibi masum örnekler bir yana, raşit halifeler döneminde en ağır günahları Kur’an’daki bazı ayetleri hiç alakasız ve maksadının zıddına yorumlarla irtikâp edenlere had vurulmasına, batıl da olsa bir tevile dayandığı gerekçesiyle karşı çıkılmıştır. Bu örnek, sahabenin, istismar edildiği anlarda bile tefekkürün önüne set çekmeyi düşünmediklerinin tipik göstergesidir.

İstismarın istismarını yapanların itirazlarından biri de “Kur’an’ı anlayacak olan âlim değilse meallerden ve tefsirlerden öğrenecek. Bu durumda kimin mealini veya tefsirini okursa onun dediğini öğrenmiş olacak, Allah’ın muradını değil” şeklindedir.

Eğer o insanın dinini öğrenmek gibi bir derdi varsa, öğrendiği Kur’an dışındaki kaynak hangisi olursa olsun Kur’an için söylediği gerekçe çok daha fazlasıyla Kur’an dışı kaynak için de geçerlidir. Eğer bu gerekçe doğru olsaydı, birbirine aykırı görüş serdeden sahabeden birini doğru kabul edip diğerlerini atmamız gerekecekti. O yetmez, tefsirleri teke indirmemiz gerekecekti. O yetmez, mezhepleri teke indirmemiz gerekecekti. O yetmez, mezheplerin kendi içindeki farklı anlayış ve çizgileri yok etmemiz gerekecekti. Bu her şey için geçerlidir. Örneğin Buhari’nin iki kaynak nüshasını (Msl: Nesefi ve Firabri nüshaları) önümüze koysaydık, Buhari’nin bir tek Sahîh’inden kopyalanan iki nüsha arasındaki fark bile bizi şaşırtmaya yeterdi. Peki, birbirinin kopyası olmayan akıllardan birbirinin kopyası olan iki nüshanın beceremediğini becermesini istemek olacak şey midir?

“Bugün size dininizi mükemmel olarak tamamladım” diyen yüce Allah’ın kabul ettiği tek din olan İslam Kur’an’dadır. Zira tamamlanan Kur’an’dır.  Bu dini Hz. Peygamber Kur’an’dan öğrenmiştir. Ona, Kur’an inmeden önce “kitap nedir iman nedir bilmezdin” diyen de Kur’an’dır. Sahabe de bu dini Kur’an’dan öğrenmiştir. Hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, hikmet ve benzerleri dinin birer parçası değil, dini kültürün parçasıdır. Eğer din binasına açılmış vahiy kapısı dışında başka bir kapı varsa, bu kapı binaya sonradan müdahale yoluyla açılmış kaçak kapıdır ve buradan girenler “kaçak giriş” yapmış sayılırlar. Her meşrebin kendisine has bir giriş kapısı açma arzusu din binasını zayıflatmakla kalmamış, binanın ana kapısı olan Kur’an kapısının, ‘kapılardan bir kapı’ konumuna indirgenmesine sebep olmuştur. Bu dinde büyük tahribata yol açmıştır. Vahiy kapısı dışında açılan kapılar, alan açmak için binanın taşıyıcı sütunlarını kesmek veya duvarlarında kapılar açmaya benzer. Bu durum ufak bir sarsıntıda binanın çökmesine ve oturanların üzerine yıkılmasına yol açmıştır. Din binasına yapılan ruhsal dışı bu kaçak müdahaleler, sadece din binasını değil, Müslümanların akıl, irade, vicdan ve izzetlerinin çökmesine de sebep olmuştur.

İhtilaf hayatın tabiatında vardır. İhtilaf farklılıktır ve bazı farklılıklar Allah’ın ayetlerindendir. Farklılığı yok etmeye çalışmak, sünnetullaha karşı çıkmaktır. Vahiyle inşa olanlar ihtilaf ederler, fakat tefrikaya düşmezler. Bunun en güzel örneği Hz. Ali ile Hz. Osman arasındaki ihtilaftır. Hz. Ali, Hz. Osman’ın şehadet günü gözbebekleri Hasan ve Hüseyin’i silahla donatıp “Gidin Osman’ı hayatınız pahasına koruyun” diye oraya yollamıştır. Kur’an’la inşa olanlarla olmayanlar arasındaki fark, Hz. Osman’ı öldürmekle, aralarındaki derin ihtilafa rağmen Hz. Osman’ı korumak arasındaki fark kadar büyüktür.

Bütün bu örnekler Kur’an’ın bizden korunmayı değil anlaşılmayı talep ettiğini gösterir.

Anlama dönüş, ilahi tenezzüle teşekkürdür

Elbette vahiyden herkesin anladığı aynı olamaz. Herkes vahiyden aklı, imanı, ihlâsı, bilgisi, birikimi, gayreti, hikmeti, himmeti oranında istifade eder. Onun anlam deryası okyanuslardan daha derindir. Değil mi ki “dünyanın tüm ağaçları kalem, tüm denizleri mürekkep olsa, buna yedi deniz daha eklense, Allah’ın kelimeleri yine de tükenmez!” (Lokman 27) O halde, Kur’an’ı anlama cehdine giren herkes, kendi kabı kadar bu ummandan bir şeyler alacak demektir.

Vahyi anlama çabası, Kur’an’ın ifadesiyle, “vahiyle hayat bulma” anlamına gelir (Enfal 24). Vahiyle hayat bulma, aynı zamanda vahye hayat vermedir.

Tersi de geçerli: Vahyin anlamını göz ardı ederek vahyi fetişleştiren her yaklaşım, vahyin dirilten damarlarını kesiyor, vahyin hayatla olan sahih ilişkisini kopartıyor demektir. Bu işlem Kur’an’ı Mushaf’a indirgeme, ilahi hitabı lafza indirgeme, tertil ile okuma emrini tecvide indirgeme, hamli (sorumluluğunu yüklenmeyi) hıfza (ezbere) indirgeme gibi, hepsi de birbirinden vahim birçok sonuca yol açmaktadır. “Vahyi nesneleştirme” dediğimiz felaket işbu yaklaşımın top yekûn sebep olduğu sonuçtur.

Vahyi nesneleştirme, Kur’an’dan kopma değil vahyin anlamından kopmadır. Tıpkı Cuma suresinin 5. ayetinde Yahudilerin Tevrat’a yaptığını Müslümanların da Kur’an’a yapması demektir. Vahyin yazıldığı kâğıdı, meşk edildiği hattı, içine konulduğu kabı yüceltmek, fakat onun manasını ve o mana ile hayatı inşa talebini görmezden gelmektir. Furkan suresinin 30. ayetinde ifade buyrulduğu gibi onu mehcur (yalnız ve işlevsiz) bırakmak.

Vahiy gerçek bir “fatih” idi. İlk neslin hayatını inşa etti. O öyle bir inşa gerçekleştirdi ki, Ebu Zer gibi eşkıya olanlar vahiy sayesinde evliya oldular. Ebu Cehil’in oğlu İkrime’yi vahiy öyle etkilemişti ki, sevdiceğini okşayan bir âşık gibi “Rabbimin kitabı! Rabbimin kitabı!” diye Kur’an’ı okşar, bağrına basar, öpüp koklardı. Gelin de İkrime’nin öpüşüyle içinde ne yazdığından haberi bile olmayan ve Kur’an’la inşa olmak diye bir derdi bulunmayanların öpüşünü bir kıyaslayın.

Vahyin eliyle inşa olan insanlar, yeryüzünü inşa ettiler. Vahiy onların öznesi, onlar da hayatın öznesi idiler. Öylesi zamanlarda tarihin yatağını İslam ümmeti belirledi. İslam ümmetinin belirlediği bu yatakta aktı insanlık. Fakat ne zaman ki Müslümanlar vahyi nesneleştirdiler. İşte o zaman kendileri de tarihin nesnesi olmakla cezalandırıldılar.

Kur’an’ı nasıl okumalı?

Tertil ile okumalı: Bunun zıttı anlamadan okumaktır. Tilavet dilin okuması, kıraat (kırâet) aklın okuması, tertil kalbin okumasıdır. Akleden kalbin okuyuşu, içinde hem kıraat hem de tertil bulunan okumadır. Tertil ile okuma hem bilince hem bilinçaltına hitap eder. Tertil ile okunan ayetin anlamını bilinç kavramaya yoğunlaşırken, bilinçaltı da kavranan o anlamı duyguya dönüştürür. Bunun sonucunda bazı ayetler insanı ağlatır. Bazı ayetlerde farkındalık o kadar yükselir ki, insan o ayeti bir türlü okuyup geçemez. Adeta o ayete çakılır kalır. İnsan geçmek istese, ayet geçip gitmez. Okuyanın geçip gitmesine, kendisini arkada bırakmasına izin vermez.

Sevgili Nebi’de tertil ile okumanın birçok örneğini görüyoruz. Bir namaz esnasında  “Azap edecek olursan onlar senin kullarındır, ama onları bağışlarsan, şüphesiz Aziz olan da, Hakîm olan da Sensin” (Maide 118) ayetini okumuştu. Ayeti bir türlü geçip gidemedi. O kadar tekrar etti ki, ravi “sabaha kadar” tekrar ettiğini söyleyecektir. Yine bir defasında besmeleyi 20 kez tekrar etmişti. Hz. Peygamber Kur’an okurken “Katımızda prangalar ve gözleri fal taşı gibi açan bir ateş var” (Müzzemmil 12) ayetine gelmiş “Allah!” diye haykırmıştı. Hasan Basri bu ayeti okuduktan sonra yeme içmeden kesilmiş, dostları ancak üç gün sonra bir şeyler yedirebilmişti. Yine Hasan el-Basri; “Allah’ın nimetini saymaya kalksanız asla baş edemezsiniz” (Hıcr 34) ayetini okurken elektriğe kapılmış gibi titreyerek ağlamaya başlamış, bir türlü ayeti okuyup da geçip gidememişti. Görgü tanığı İmam Malik şöyle aktarır: Ömer b. Abdülaziz’in arkasında akşam namazı kılıyorduk. Leyl suresini okudu. “Oraya sorumsuzluğun zirvesinde olan azgınlar girer” (Leyl 15) ayetine gelince ağlamaya başladı. Ağlamadan dolayı ayeti bir türlü tamamlayamadı. Sonunda sureyi okumayı bırakarak başka bir sure okudu”.

Tüme varım yoluyla okumalı: Bunun zıttı parçacı okumadır ve en tehlikeli okuma biçimlerinden biridir. İstikra ile okumak, Kur’an’da bir konuyu o konudaki tüm ayet ve pasajları birlikte okuyarak bir sonuca ulaşmaktır. Kelime kırattan türemiştir. Sözlük anlamıyla kıraat, başkasına ait olan mananın anlamıyla buluşmaktır. Kıraat sessiz de olabilir, sesli de olabilir. Sessiz kıraat anlamakla yetinilen kıraattir. Sesli kıraat, ya kendimiz duymak, ya da başkalarına duyurmak için yapılan okumadır. Hepsinde de anlamak esastır. Anlamadan seslendirmek kıraat değil telaffuzdur. İstikra bir tüme varım yöntemidir. Kur’an’dan bir konuyu, o konudaki bütün ayetleri bir araya getirerek okumak da tüme varım (istikra) yoluyla okumaktır. Konulu okumaların tümü bu kapsama girer.

Diyalog kurarak okumalı: Kur’an okumak, iki özne arasında diyaloğa girmektir. Kur’an da insan da öznedir. Kur’an insanı nesneleştirmek için inmedi, aksine hayat ve dünya karşısında insanın nesneleşmesini önlemek için indi. Ona özneliği öğretti. Bu yüzden Kur’an okurken ayetlerle diyaloga girmek, ona sorular sormak ve sorularına cevaplar vermek gerekir. Doğru sorular sormak ve alınan cevaplara ‘lebbeyk’ demek gerekir. O sorular, “İyi ki sormuşum” dediğimiz, “Sormazsam ölürüm” dediğimiz sorular olmalı. Her ayeti muhtemel bir sorunun cevabı olarak okumalı ve ayetlerin hangi muhtemel sorulara cevap olarak indiği üzerinde kafa yormalı.

Allah Rasulü Kur’an’la fiilen diyaloga girerdi. Tirmizi ve Ebu Davud naklediyor: Nebi ne zaman “Şimdi (söyle ey insan): Allah en iyi hükmeden değil de nedir?” (Tîn 8) ayetini okusa, Kur’an’a canlı bir özne muamelesi yapıp onunla diyaloga girerek şöyle derdi: “Elbette ey Rabbim! Ve ben buna şahidim”. İbn Kesir daha başka örnekler de naklediyor: “Haydi (buna inanmadılar), iyi de, bundan böyle hangi habere inanacaklar?” ayetini okuyunca “Ben Allah’a ve indirdiğine inandım” derdi. İbn Mes’ud ve İbn Abbas namaz kıldırırken “Rabbim, ilmimi artır!” ayetine gelince (Tâhâ 114) vahiyle diyaloga girer ve şu duayı ederlermiş: “Ey Rabbim, benim de ilmimi artır!” Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Kur’an karşısında kalplerin yatışma vaktinin gelip gelmediğini soran ayete (Hadid 16) gelince “Evet, geldi ey Rabbim!” dermiş. Semerkant’ın kanlı eşkıyalarından biri olan Fudayl b. Iyaz da, çetesiyle birlikte soymak için girdiği handa kulağına gelen “…vakti gelmedi mi”  ayetini duyunca “Geldi ey Rabbim der ve hidayete erer. Zerkeşi’nin naklinden öğreniyoruz: “Siz ey iman edenler!” ayetlerinin okunduğunu duyan bazı sahabiler “Emret ey Rabbim!” diye mukabele ederlermiş.

Ben bu ayetin nüzul sebebiyim diyerek okumalı: Aksi Kur’an’ı üstüne alınmamak, omuz silkmektir. Kendini Kur’an’ın iniş nedeni olarak gören kimse, okuduğu ayet kimin için inmiş olursa olsun, ‘Bu benim için inmiş olmalı’ der. Eğer böyle düşünürse, o ayet onun akleden kalbine gerçekten iner.

Kur’an’ı ön yargıyla değil ön bilgiyle okumalı: Zıttı önyargıyla okumaktır. Kur’an’ı önbilgiyle okumak, imanla okumaktır. Kur’an’ı imanla okumak, ona güvenmektir. İman güvendir. Kur’an’a güvenene Kur’an da güvenir ve ona bağrını açar. Kur’an’a güvenmeyene Kur’an da güvenmez ve ona içini dökmez.

Kur’an’ı severek okumalı: Zıttı mecburen veya her hangi bir sebeple işi düştüğü ya da ihtiyaç duyduğu için okumaktır. Kişinin Allah’a olan sevgisini anlamak için Allah’ın kelamına nasıl davrandığına bakılır. Sevgi karşılıklıdır. Allah el-Vedûd’dur; hem sevgi ister hem de sever. El-Vedûd olanın kelamı olan Kur’an kimsenin sevgisini karşılıksız bırakmaz.

Kur’an’ı duaya icabet olarak okumalı: Zira insan sorar, Kur’an cevap verir. İnsan dua ile ister, Allah vahiy ile insanın isteğine karşılık verir.

Kur’an’ı bir metin ve yazı olarak değil bir hitap ve söz olarak okumalı: Sözü gönül kulağıyla işitmek gerekir. Çünkü söz bir bağlam içinde varlık kazanır ve gerçek anlamını bulur. O halde sözü sayfada mürekkep olarak değil, Hatibin seslendiği kelam olarak dinlemeli… Kendi bağlamı içinde kulak vermeli… Onu yazının sınırlı kalıbında dondurmamalı… Sadece sesin taşıdığı anlamı değil, sesin barındırdığı anlama uygun tonlamayı, hüznü, öfkeyi, sevecenliği, şefkati, haşmeti, celadeti, şecaati, rahmeti, meveddeti, muhabbeti duymalı…

Kur’an’ı iniş sürecini dikkate alarak okumalı: Bunun için elimizin altında nüzul sırasına göre hazırlanmış bir meal ya da tefsir olsa iyi olur. Zira okuduğumuz ayetin iniş sürecinde hangi zaman dilimine denk geldiğini merak o ayetin ayaklarının nereye bastığını meraktır. Kur’an ayetlerinin arzdaki ayakları olan lafızlarının nereye bastığı bilinmeden, arştaki başı olan manalarının ne söylediği tam anlaşılamaz. Mesela zakkum kelimesinin kullanıldığı tüm ayetlerin Mekke’nin 4-9. yılları arasında geldiğini bilirsek, bize bu kelimeyle Kur’an’ın neyi anlatmak istediğini daha iyi anlarız. Yine huri nitelemesini Kur’an’ın sadece Mekke’de kullandığını, Medine’de bu kavramın yerini “tertemiz eşler” tamlamasının aldığını bilirsek, aslında bu kavramla neyin neden bu üslupla anlatılmak istendiğini daha iyi kavrarız.

Sözün özü: Kur’an’ın anlamıyla buluşmak, sırat-ı müstakim ile Allah’ın ipi ile Allah’ın hidayeti ile Allah’ın zikri ile buluşmaktır. Bunu hakkıyla yapabilen kullara ne mutlu!

Fransız şair, yazar ve siyasetçi Alphonse de Lamartine’in fark ettiğini kaç Müslüman âlim fark etti, doğrusu meraka değer. O der ki: “Hiçbir dönemde, hiçbir insan, ister bilerek ister bilmeyerek, kendisine bundan daha yüksek bir hedefi amaç edinmemiştir. Çünkü bu hedef, insan gücünün üstünde olan bir hedeftir. Bu hedef, yaratan ile yaratılan arasındaki bütün engelleri ve aracıları bertaraf ederek, Allah ile kulunu baş başa bırakmak; putperestlik ve maddi ilahlar yerine, gerçek ilahi ve akli düşünceyi diriltmek olarak özetlenebilir.” (M. Hamidullah, Siretu İbn İshak tahkikinin önsözünden.)

“Ya da” anlamı verdiğimiz ev edatının “yani” anlamına yorulması da mümkündür.

“O zaman Kitab-ı Mukaddes nasıl bütün dillere tercüme ediliyor?” sorusu gereksiz bir sorudur. Adı üstünde tercüme edilen Eski ve Yeni Ahid’i içinde barındıran Kitab-ı Mukaddes’tir ve bu ismi bazı Hıristiyan mezhepleri kullanır. Yahudilerin “Yalancı Mesih” olarak görüp ölümüne hükmettikleri Hz. İsa’ya nispet edilen İncilleri “Mukaddes Kitap” olarak adlandırmayacağını bilmek için allame olmaya gerek yoktur. Değilse, Tevrat’ın diğer dillere tercümesine karşı Yahudi ruhban sınıfı içinde ilk günden bugüne kadar hep kırılması oldukça zor bir direnç süregelmiştir. Zaten Yahudilikte dine ‘davet’ ve ‘misyonerlik’ olmadığı için, buna lüzum olmadığı da genel kabul gören bir anlayıştır.

Buhari, Tefsir II, 28. Mecazı anlama konusunda nüzul ortamı insanından bir kısmının hayli sorunlu bir algıya sahip olduğunu, Allah Rasulü’nün mecazi ifadelerini anlama konusundaki enteresan örneklerden anlıyoruz. Sahabe’den Ebu Said el-Hudri vefat etmeden önce ölüm döşeğinde yeni elbiselerini giymiş sebebi sorulunca şöyle demiştir: “Çünkü Rasulullah şöyle dedi: Ölü, içinde öldüğü elbise ile diriltilir (Ebu Davud, 20 Cenaiz 18, h. nu. 3114)

Oysa hadisteki “elbise” ile kastedilen “amel”dir. Hz. Aişe Ebu Said’in bu hadisi yanlış anladığını, Hz. Peygamberin bununla ölen kişinin amellerini kastettiğini ve ardından da herkesin çıplak olarak haşrolunacağına dair hadisi okumuştur” (Zerkeşi, el-İcâbe, Beyrut 1405, s. 132). Mikdat b. Esved, “Kişiyi yüzüne karşı çok övenlerle karşılaştığınızda yüzüne toprak saçınız” (Ebu Davud, Edeb, 9) hadisindeki mecazı anlamamıştır. Bir adam Halife Osman’ın huzuruna girip yüzüne karşı kendisini övmeye başlayınca, Mikdat b. Esved yerden bir avuç toprak alarak adamın yüzüne atmış ve ardından da bu hadisi okumuştur. Oysa burada kastedilen “yağcılık yaparak bir şey elde etmeye çalışanı istediğinden mahrum etmek”tir. Mute Savaşında Hz. Cafer şehid olur. Bir adam Hz. Peygamber’e gelerek Cafer’in şehadetine kadınların çok ağladığından şikâyet eder. Hz. Peygamber ona der ki: “Onların ağızlarına toprak saç”. Adam gider ve bu emri tam uygulayacakken Hz. Aişe’nin müdahalesiyle durdurulur. Oysa Arapçada “ağza toprak saçmak” deyimi, “susturmak” anlamında kullanılmaktadır. Bu örnekler Allah Rasulü’nün dilde ne kadar derinlikli, o çağın Arabının mantığının ise ne kadar düz ve en basit mecazı bile anlama konusunda yetersiz olduğunu gösteriyor.

Namazda okunan Kur’an’ı tekrar etmekle ilgili bkz: İtkân I, 301.

 

Yorum Yaz