Mustafa İslamoğlu İle Şûrâ’dan Kopuş Üzerine Sanal Söyleşi-Başyazı

BAŞYAZI

 

MUSTAFA İSLAMOĞLU İLE ŞÛRÂ’DAN KOPUŞ ÜZERİNE SANAL SÖYLEŞİ

 

Tıpkı toplumlar gibi ilahi siyasetin de bir evreni var; bu siyaset mikrodan makroya, zerreden kürreye doğru yol alıyor; ve bu siyasetin arkasında hangi niteliklerin barındığını biz Esma’ül Hüsna’dan anlıyoruz. Peki ilahi siyasetin bu kadar net ve belirgin olduğu bir düzende insani siyasetin niteliklerinin ilkelerden yoksun olmasını neye bağlıyorsunuz?

 

Şurâ 38: Velleziynestecabu liRabbihim; yine onlar rablerinin davetine koşarlar. Ve ekamus Salâh; namazı hakkını vererek eda ederler, Allah’a karşı esas duruşlarını korurlar. Ve emruhüm şura beynehüm; toplumsal işlerini aralarında danışma yoluyla hallederler.

 

Evet, Kur’an da istişare ve danışma hakkında gelen ayetlerden biri, belki de bir numaralısı burada. Bu ayetin içindeki “toplumsal işleri aralarında danışma yöntemiyle hallederler.” İbaresi önemlidir. Şûra; arının çiçeklerden bal almasını ifade eder. El Meşaar, el haliyye demektir. Yani petek. Şevrül asel dediği zaman bir Arap İki şey kastedilmiş olur. Hem arı çiçeklerden bal aldı, hem de ben arıdan bal aldım anlamında kullanılır ki illiy ve galiy anlamları vardır. İlliy, anlamı ahr-us şey’ gaiy anlamı izhar-us şey’ dir. Yani birincisi bir şeyi almak, ikincisi aldığı şeyi ortaya koymak. Hedef anlamı; aldığı şeyi ortaya koymak, istifadeye açmak, faydaya sunmak.

 

Kur’an sadece şûrayı emretmiyor, aynı zamanda yapıcı muhalefeti bile gündeme getiriyor. Ki Nur/62. Ayeti bununla ilgilidir ve izâ kânu meahu alâ emrin cami’ın lem yezhebu hattâ yeste’zinuh. (Nur/62) “Toplumsal bir işi aralarında halletmek için bir araya geldiklerinde, ondan yani Allah Resulünden izin almadan muhalefet etmezler, farklı görüş beyan etmezler.” Yani bu yapıcı muhalefeti de istişarenin bir boyutu olarak gören bir ayettir.

 

Bu toplumsal izin ne anlama geliyordu? Mesela; Hubab Bin Münzir Bedir savaşının öncesinde Resulallah’a; Ya Resulallah burada karargâh kurmamızı vahiy mi emretti yoksa sen mi diye sorması izin almaktı. Hayır demişti Resulallah, vahiy değil, bu benim görüşüm. O zaman ya Resulallah, şu kuyuları da düşmana yar etmeyecek şekilde bir düzen alalım deyince Resulallah o görüşün daha doğru olduğunu gördü. Hubab Bin Münzir önce izin almış, sonra yapıcı muhalefetini sergilemişti ve görüş onun üzerine değiştirilmişti.

 

Yine Resulallah işte bu ilkeden dolayı tüm savaşlarda savaş konseyi oluşturmuş ve onlara danışmıştı. Savaş konseyinde savaşı istişareye açan kişi vahyin kendisine geldiği bir peygamber unutmayalım, sıradan biri değil. Uhut Savaşı’na da çıkarken böyle bir istişare yapmış, konseydeki yaşlılar savaşı içeride kabul edelim. Gençler ise dışarıda düşmana karşı çıkalım diye görüş bildirmişler. Gençlerin görüşü daha ağır basınca Resulallah’ın görüşü tersi olmasına rağmen onların görüşüne istinaden zırhını giyip çıkmış, gençler; yahu biz ne yaptık, ağır bir sorumluluk altına girdik diye pişman olup pişmanlıklarını Resulallah’a ulaştırdıklarında bir peygamber sırtına giydiği zırhı geri çıkarmaz buyurarak istişare sonucuna uyarak Uhud’a doğru yola çıkmıştı ve Uhud’da istişare sırasında düşmanı göğüs göğse dışarıda karşılayalım diyenler ilk kaçanlar olmuşlardı. Ve Allah resulü dönüp de onlara sizin lafınızı tutan işte böyle olur demedi. Bırakınız böyle demesini bu olay üzerine ayet indi.

 

Şura suresinin 38. ayetindeki bu emir İslam siyasetinde bir yönetim biçimi olarak uygulandı mı?

Hz. Peygamber ve Raşit Halifeler dönemindeki İslami siyasetin, Kur’an’ın öngördüğü üçayak olan tevhid, adalet ve şûrâ sistemi üzerine oturduğu açık. Konjonktürden kaynaklanan uygulamadaki kimi sıkıntılar, İslami siyasetin bu temellerini görmememizi gerektirmiyor. Şunu kesin bir biçimde söyleyebiliriz ki: Hicri 30 yılına kadarki Nebevi Siyaset dönemi, saltanat değildi ve bilinçli bir biçimde saltanata karşı alternatifti. Bunun delillerini İmamlar ve Sultanlar isimli eserimizde ayrıntılarıyla işlemiştik.

 

Emeviler eliyle Nebevi Siyaset’in Sultani Siyaset’e dönüştürülmesi, Hz. Peygamber’in başlattığı süreçte bir kırılmadır ve siyasal bir tasfiye hareketidir. Emeviler’in Sasani ve Bizans yönetim modellerini uygulama işini, Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur, akıldanesi İbu Mukaffa’ın entellektüel maharetiyle ‘İslami siyaset teorisi’ne dönüştürür.

 

Arkası gelir: Güvenlik sorununu adalet ve meşveretin önüne yerleştiren Gazali ve Maverdi gibi alimlerce saltanat “İslamileştirilmiş” olur. İşte bu, fiili bir krizdir ve ondan sonra bu ümmet, kendi dışındaki bir uygarlık tarafından darmadağın edilinceye kadar siyasal anlamda bir “öze dönüş” projesini gerçekleştiremeyecektir.

 

Şimdi şu tesbitin tam sırası: Şûrâyı imanın 7 şartından biri olarak sunan Kur’an’a (Şûrâ 36-38) rağmen saltanat, güvenliği adaletten daha öncelikli gören alimlerin çabasıyla İslam’la özdeşleştirilmesine ses çıkarmayıp, şûrâ prensibine en yakın yabancı siyaset sistemi olan demokrasi için “İslam’ın hasmı değildir” demeye karşı çıkmanın tutarlı bir mantığı olamaz.

 

Aslında ilginçtir ki İslam siyaset teorilerini işleme iddiasında ki el Ahkâm-us Sultaniye kitapları bu ayete yer bile vermez. Yani klasik dönemde İslam siyaset teorisinin yazıldığı eserlerde, İslam siyasetinin temeli olan bu istişare kuralını taşıyan ayete rastlayamıyoruz bile. İşte ilginç olan, garip olan da budur. Dolayısıyla tarih içerisinde Müslümanların yaptığı siyaset bu ayetler çerçevesinde yürümüyor. Aslında istişare bir hak ve sorumluluk. İstişare edilen insan elini taşın altına koyuyorsa onunla istişare edilir ve istişare sonucuna da uyulur. Yok karşınızdaki istişare ettiğiniz mevzuda hiçbir risk almıyorsa, onunla istişare edebilirsiniz ama sonucuna uymak zorunda değilsiniz. Çünkü risk almıyor, hiçbir risk almıyor.

 

İstişare aslında akılların cemaatle namaza durmasıdır, akılların saf tutmasıdır. Cemaatle namazın tek başına namazdan sevabı ve farkı neyse istişarenin de tek aklın kararından farkı ve bereketi odur, belki daha fazlasıdır.

 

Bu coğrafyada neden müzakere kültür yok?

Çünkü müzakere bir masada oturmayı, karşılıklı bir araya gelmeyi gerektirir. Peki niye bir masada oturup da karşılıklı müzakere etmek istemezler? Zira sonunda imza vardır. İmza ‘söz’ demektir. Bu coğrafya söz vermeyi sevmez. Çünkü bu coğrafya bir konuda söz vermiştir; sözünü tutmama konusunda…

 

Bu coğrafyada Kur’an’ın yıkmaya çalıştığı cahiliye kültürü metastaz yaptı. Bu metastaz cahiliye kültürü, Truva atları olarak geri döndü. Kendisini yıkan Kur’an’ı baypas etti ve kendisine sahte kılıflar geçirerek ve Truva atları edinerek inancımızın içine yuva kurdu. Cahiliyenin psiko-patolojik tavırlarından biri de her şeyi uçta yaşamaktır. Makul olamamaktır. Övgüler de uçta, sövgüler de uçta. Sevgiler de uçta, yergiler de uçta. Sevdiğini bu topraklar ilahlaştırır, putlaştırır, tapar. Yerdiğini bu topraklar şeytanlaştırır, ötekileştirir, yakar ve yıkar. Bu topraklar cahiliyeye “İslam” kılıfı geçirerek hortlattı. Eleştirel aklı gömdüğü için de tevbe, istiğfar yapamıyor. Özeleştiri yapamadığı için sürekli günah keçisi arıyor, bulamazsa içinden birilerini çıkarıp parmağını ona doğrultuyor. Nasıl olsa parmağın doğrultulduğu her şeye sorgusuz sualsiz saldıracak sürüler her zaman ve her yerde hazır ve emre nazır bekliyor. Linç kültürü bu coğrafyanın uydurulmuş dininin içine kaçmış bir canavardır.

 

Din ile idare birbirine karıştığında ortaya ne gibi sorunlar çıkmaktadır?

Demokrasi de dahil ama dinin siyasete alet edilmesi dinin güç devşirmek için payanda olarak kullanılmasından her zaman zarar gören tek taraf vardır; o da dinin kendisidir. Çünkü sonuçta bütün bu yönetme mekanizmaları için işlenen haksızlıklar, zulümler, hatalar, günahlar, haramlar, hak yemeler, hukuk çiğnemeler, linçler… bütün bunların faturası dine çıkarılacaktır. Dine bundan daha büyük kötülük yapılamaz. Onun için de İslam devleti değil insan devleti diyorum.

Din güç elde etme manivelası ve aracı olmamalı. Din dindir. Dine yaslanıp güç elde eden, dini güce meze yapıyor demektir. Dinin amacı bu değildir. Dinin amacı insana yardımcı olmak, vahyin amacı akla yardımcı olmak, ibadetlerin amacı ahlaka yardımcı olmaktır.

 

Kur’an’ın devlet öngörüsü var mıdır?

Kur’an esasen herhangi bir devlet yönetim biçimiyle ilgilenmez. Kur’an’ın kutsal bir devlet yönetim biçimi önerisi yoktur. Kur’an, devlet yönetmenin ilkeleri ile ilgilenir ve bunu koyar. Kur’an’da gördüğüm beş tane devlet yönetme ilkesi vardır.

 

Nedir onlar?

Birincisi hakikattir. Yalanla iman bir arada olmaz. Yönettiğiniz tebaaya yalan söylemeyeceksiniz. Hiçbir şey adına, Allah rızası için yalanı hiç söylemeyeceksiniz. Allah rızası için yalan söylemek yalanı Allah ilan etmektir. Şirktir. Allah, Peygamber, din iman ile aldatmama da bu ilkeye girer.

İkincisi adalet. Allah adaleti emreder. Allah’ın emridir ‘İnnallahe ye’muru bi’l-adli’. Hutbelerde Ömer bin Abdülaziz’in ehl-i beyte küfür yerine okuduğu ayet budur.

Devlet yönetmenin üçüncü ilkesi merhamettir. Devleti baba gibi değil, ana gibi yöneteceksiniz. Bu ikisi arasındaki fark; biri sopayla, korkutarak, höt-zötle yönetir devleti. Babavari yönetim, güç yöntemidir. Bir de anavari yönetim var. O şefkat yöntemidir, merhamet yöntemidir. Pagan dinlerinde baş tanrılar erkektir. Zeus erkektir, Horus erkektir, Anu erkektir, Şiva erkektir, Apollon erkektir. Baş tanrılar hep erkektir. Çünkü hep gücü öncelerler. Onun içindir ki, Kur’an, bu erkek merkezli putçuluğu yıkmak için Allah’ın tabiri caizse kartvizitine onlarca isim arasından iki ismini seçmiştir: Er-Rahman, Er-Rahim: Bismillahirrahmanirrahim, Allah’ı rahmet sıfatlarını öne çıkararak tanıtmaktadır.

Dördüncü ilke liyakat ve ehliyettir. Belki yönetim meselesinde bu beş ilkeden bir numaraya ehliyeti getirmek lazım. Ehliyet yoksa ne vardır? Torpil vardır. Adam kayırma vardır. Kabilecilik vardır. Tam cahiliye yönetim biçiminin mantığıdır işte, kabilecilik. Bugün de farklı kabilecilik biçimleri var: Dinsel, ırksal, ideolojik, ulusal kültürel kabilecilikler… Ehliyet ve liyakat Kur’an’ın devlet yönetiminde koyduğu en önemli ilkelerden biridir. Kur’ani emir şu: “Allah size emaneti -emanet dediği burada yönetim- ehline vermenizi emreder.”

Beşinci ilke ise meşveret. Kur’an’ın devlet yönetimi için öngördüğü ilkelerden biridir; “Ve emruhum şûrâ beynehum: Devlet işleri, yönetim işleri onların aralarında kurumsal istişare iledir.” Kurumsal istişare. Çünkü şûrâ isimdir. Kurumsal istişare anlamına gelir. Yine ayrıca Âl-i İmran suresinde istişareyi peygamberimize doğrudan fiil olarak emreden bir ayet vardır. O da Uhud Savaşı’nın arkasına inmiştir. Çünkü Allah Resulü, “Uhud Savaşı’nı bir meydan savaşı olarak mı yapalım? Yoksa savunma savaşı olarak mı yapalım?” diye istişare etmiş ve kendisi savunma savaşı yanlısı olduğu halde savaş konseyinde ağırlık meydan savaşı yapalım şeklinde olunca istişareye riayet etmiş, dışarıda meydan savaşını kabul etmiştir. Ve savaş konseyinde olan ve dışarıda meydan savaşını savunanlar ilk kaçanlar olmuşlardır Uhud’da! Dolayısıyla onların arkasından nazil olan ayette “yine de onlarla istişareye devam et” emri vardır.

 

Buradaki istişareyi sadece kendi aranızda istişare edin olarak mı anlamalıyız?

 Hayır. Yönettiğiniz kitlenin aklını yönetime katın. Yani yönettiğiniz kitleyi beraberce yönetin orada. Bu, gücü ve riski dağıtmaktır. İnsanlığın tecrübesi de bunu teyit eder. Yönettiğiniz ne kadar insan varsa onların rızasını alın, ortak aklı harekete geçirin. Birlikte yönetin. Yönetim işini paylaşın, bölüşün demektir bu

 

Kategorik bakış ile analitik bakış arasında nasıl bir fark vardır?

Kimsenin kimseyi dinlememe hali, herkesin herkese konuşup karşı tarafın sesine sağır olma hali, en ağır biçimde İslami kesim dediğiniz bu kesimde var. Ama bu kesim aslında dışarıdan gördüğünüz gibi monoblok değil, böyle bir iddia zaten sosyolojinin doğasına aykırı olurdu. Yani aslında her mahalle öbürüne kategorik bakıyor. Bu kategorik bakış, her mahallenin karşıtını da kategorik bakışlı hale getiriyor. Oysa doğru bakış analitik bakıştır. Kategorik bakışta ince ayrımları görmezsiniz. Sizin ince zannettiğiniz o ayrımlar temele de ilişkin olabilir. Ama siz o mahallenin içinde olmadığınız ve içinden bakmadığınız için zihninizde o mahalleyi kodlamışsınızdır. Nedense karşı mahalleler hep bir örnek ve yalıtılmış görünür. Bu biraz 15. Yüzyılda son bulan kalelere benziyor. Ortaçağın asıl hikâyesi kaledir. Kaleyi ortaya çıkaran şey aslında korkudur. Korkunun arkasında yatan şeyse insanın öteden beri en temel güdülerinden biri olan var olma güdüsü, güvenlik güdüsüdür. O dönem insanı kalenin içinde kendisini güvende bulur. Kalenin yöneticisi bu insanlara kalenin dışını cehennem, kalenin içini de cennet olarak gösterir. Bu bir simülasyondur. Baudrillard’dan ödünç alarak konuşursak, tam bir simülatif hayattır. Herkes kendi simülasyonunu oynatır ve kendisi aslında bir simülakrdır. Bu anlamda aslında kaleyi ayakta tutmak ta simulakrların görevidir. En tepedeki simülasyon sisteminin patronudur. Kod yazılımcısı ve icracısı cambazları, bilginleri, ruhbanları, şairleri vardır. Patron en zalimidir. Bunu nasıl başarır? Kaleyi cennet, kalenin dışını cehennem olarak gösterdiğinde… Bunu iki aracı kullanarak yapar: Yalan ve korku. Simülasyon, işte o yalanları allayıp pullamayı gerekli olan cambazlıktır. Çünkü ırmaklar kalenin dışında, denizler kalenin dışında, ormanlar kalenin dışında, göller kalenin dışında, yeryüzünün cennet gibi bölgeleri hep kalenin dışındadır. Peki, yeryüzünün bütün cennet gibi yerleri kalenin dışındayken kalenin içini nasıl cennet gibi gösterirsiniz? Korkuyu pompalayarak, hamaset köpürterek. Ortaçağın kalelerini bitiren ne oldu, biliyor musunuz? Top.

Yorum Yaz