Zor soru: Yahudilik nedir?

Çarşamba yazımızda, “3000 yıllık ‘Yahudi sorunu’nu anlamak için Yahudiliği anlamanın gerekliliği” üzerinde durmuştuk.

Öncelikle söyleyelim ki, “Yahudi” isimlendirmesi, doğru ve manipülatif olmayan bir isimlendirmedir. Çünkü Yahudilerin kendileri için benimsedikleri isim budur. Yahudilerin kendileri için benimsediği ismin “olumsuz” olduğu ön kabulünden yola çıkarak, ısrarla “Yahudi” yerine “Musevi” ismini ikame etmeye çalışmak, bir kamuflaj değilse, “tanıyıcı” değil ‘tanımlayıcı’ bir mantığın ürünüdür; manipülasyonun “olumlu” gerekçelerle yapılması, onun manipülasyon olduğu gerçeğini değiştirmez.

Musevilik, belki İsrailoğullarının Yahudileşmeden, yani “gelenek” oluşmadan önceki otantik dönemlerine verilebilecek bir isimdir. Gelenek kavramı Yahudiliğin, son 400 yıl hariç tüm Yahudi tarihine damgasını vuran “merkezi kavram”dır.

Yahudilik bir dini kimlik midir, etnik kimlik midir? Yalnızca “dini kimliktir” dersek, Yahudi bir anadan doğmayanın neden Yahudi olmadığını, Yahudilikte neden İslam’da olduğu gibi bir “davet” ya da Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir “misyoner” kurumu olmadığını açıklayamayız. Onun içindir ki, Yahudilik, “misyoner” boşluğunu “Masonluk” gibi, Yahudiliğe değil, “Yahudiliğe hizmete” davet eden taşeron örgütler aracılığıyla doldurmaya çalışmıştır. Esasen, genel kurala göre Yahudi bir anadan doğmayan Yahudi olamaz. Yahudiliğin, genel etnik anlayışın aksine “anne merkezli” olması hayli anlamlıdır.

Hiç kuşku yok ki, Yahudi tarihi konusunda eser veren hemen tüm uzmanların da kabul ettiği gibi, Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışında ardına takılan mü’min topluluğun içinde İsrailoğulları soyuna mensup olmayanların sayısı hayli yekun tutmaktaydı. Kur’an’ın aktardığı Mısırlı sihirbazların iman etme olayından da, bu sonuç çıkmaktadır.

Bu tarihi gerçeklerden, Hz. Musa’yı ve mü’minlerini “Yahudi” diye isimlendirmenin doğru olmadığı anlaşıldığı gibi, Hz. Musa’nın mesajını salt dini olmaktan çıkarıp etnik kimliğe dönüştürme sürecini “İsrailoğulları’nın Yahudileşme süreci” olarak algılamanın doğru olduğu da anlaşılmış olur. Yahudiliği, etno-teolojik bir kimliğe dönüştüren, Yahudi fıkhının/hukukunun kaynağı “Talmud” merkezli bir gelenektir.

Peki, bu durumda Habeşistan’ın zenci Yahudileri Falaşaları, Yahudi olan Karaim Türkleri’ni nasıl açıklayacağız? Bunlar “baba” yoluyla “Talmudcu geleneğe” rağmen, hatta onu reddederek Yahudileşen kavimlerdir. Falaşalar’ın Talmud’u bilmemeleri, Karaimler’in 8. yüzyılda, Talmud’u inkar eden bir yaklaşımla Yahudiliği benimsemiş olmaları, açıklayıcı bir gerekçedir.

Hz. Peygamber dönemi Medine’sindeki Yahudileşen Arap kökenliler, bu sorunu daha bir anlaşılır kılmaktadır. “Miklat” adı verilen çocuksuz kadınlar, çocukları olursa bir “adak” olarak Yahudilere vereceğine dair söz verirlerdi. Birçok Arap çocuğu bu yöntemle Yahudileşmişti. Nadiroğulları Yahudileri sürgünle cezalandırılınca, onlarla beraber bu şekilde Yahudileşmiş birçok Arap çocuğu da gitti. Bu çocukların Müslüman olan ebeveynleri Rasulullah’a başvurup çocuklarını geri alma taleplerini ilettiklerinde, Hz. Peygamber, seçimin söz konusu çocukların özgür iradelerine bırakılması gerektiğini söylemekle yetinecektir.

Başa dönecek olursak şu tespiti yapmak tarihi verilere uygun düşecektir: Yahudilik, Hz. Musa’ya ve ondan sonra gelen İsrailoğulları peygamberlerine gelen ilahi mesajı deformasyona uğratan, İslam’ın aslından uzaklaşmış bir formudur ve bu şekliyle bir “gulat-ı İslam’dır”. Olay, Kur’an’ın bakış açısıyla, Müslüman İsrailoğulları’nın Yahudileşmesi olayıdır.

“Yahudileşme”, hiç kuşkusuz bir sapma açısıdır. Ne ki bu “sapma” kendini Yahudi kabul edenlerin sorunudur. İslam’ın heretik bir versiyonu olan Yahudiliği, üzerine oturduğu gelenekten saptırarak, sapmayı katmerli hale getiren şeyse; Kabbalacı ekolün Zoharcı yorumuyla, hem “devrimci” hem “makyavelist” bir nitelik kazanarak “kötülüğü içselleştirici” ve “değer yıkıcılığı kutsayıcı” bir misyona büründürülmesidir. İsrail devletinin üzerinde yükseldiği Siyonizm’i ya da bugün bu ülkede “değer yıkıcılığın sembolü” haline gelmiş Sabataycılığı, 3000 yıllık Yahudi tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden bu “ikinci büyük sapmanın” felsefesini bilmeden anlamak mümkün değildir.

İşte, modern çağın Yahudilikle ilgili en çaplı ve güvenilir kaynağını çeyrek yüzyıllık bir çalışmayla ortaya koyan Prof. Dr. Abdulvahhab el-Mesiri’nin şu itirafı bu gerçeğin bir göstergesidir: “Konu üzerinde 12 yıl çalıştıktan sonra 1984 yılına geldiğimde, akademik kariyerimin ve ilim hayatımın en önemli gerçeklerinden biriyle karşılaştım: Polonya tarihi bilinmeden modern Yahudi tarihi ne bilinebilir, ne de yazılabilir.”

el-Mesiri’nin bu tespitine, yine kendi yazdıklarından esinlenerek şunu ekleme cür’etinde bulunabilirim: Zoharcı yorum ve İshak Luria bilinmeden de, ne Polonya tarihi, dolayısıyla ne de o felsefenin uzantıları olan Sabataycılık ve Siyonizm bilinebilir.

Bunları bildiğinizde, Sabatay Zvi’nin tüm haramları helal kılan laik-mistik “ibahi” anlayışıyla çağdaşı Yahudi filozof Spinoza’nın laik-felsefi “naturalist panteizmi”, Siyonistler’le Hitler, Hepsi de Yahudi olan Freud, Marx ve Durkheim’in psikolojik, siyasal ve sosyal teorilerinin arkasında yatan temel mantıkla Kabbalacılık, Sabra ve Şatilla katliamlarıyla bir kısım eski Sabataistler’in “mum söndü geleneği” arasındaki girift ve garip ilişkiyi keşfedeceksiniz.

( 29 Ekim 1999 )

 

Yorum Yaz