Ya o şehit anası tesettürlü olsaydı?

Konuşan, çatışmada öldürülen asteğmenin annesi… Yüreği yanmış, zira evladını kaybetmiş. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terörle mücadele yöntemini sorguluyor.

Tecrübesiz asteğmenlerin ve erlerin mevsimlik piyade eğitiminin ardından sıcak çatışma bölgelerine gönderilmelerine karşı çıkıyor. Öldürülen asteğmenin annesi, şimdiye kadar kimsenin demeye cesaret edemediği bir şeyi söylüyor:

“Ben oğlumu vatana helal etmiyorum?”

Acılı ebeveynin bu feryadına kızmalı mı?

Ne münasebet? Kimin haddine onlara kızmak? Ölen onların evladı. Onlar haybeden nutuk atmıyorlar. Onun bunun sırtından şehit edebiyatı yapmıyorlar. Başkalarının kanı üzerinden parsa toplamıyorlar. Sadece soru soruyorlar; bugüne kadar pek kimsenin sormaya cesaret edemediği soruları… Sormaya cesaret edenlerin anasından doğduğuna pişman edildiği soruları…

Acılı anne, çoğu zaman görmeye alıştığımız “şehid” annelerinin aksine, tesettürsüz. Biz her cenaze töreninde, evladının tabutuna sarılarak için için yaş döken mütedeyyin Anadolu analarına-babalarına alıştık.

Hemen hepsi de başörtülü olan bu anaların, ağzı var dili yoktu. En uzman oldukları şey gözyaşlarını içleri akıtmaktı. “Başın sağ olsun” diyene, kısık ve bitkin bir sesle “Dostlar sağ olsun” demekle yetinirler, feryatlarını içlerine gömerlerdi. Babalar da çoğu aksakallı Anadolu insanıydı. Ağızlarından, “vatan sağ olsun”dan başka bir şey çıkmazdı. Hiçbirinin de ordunun terörle mücadele yöntemini eleştirdiğini işitmedik. Zaten eleştirmiş olsalar da, onların sözünü dinleyen, manşetlere çeken, haber bültenlerine taşıyan kimse çıkmazdı.

Bu kez durum farklı.  Cenaze bu kez, İzmir gibi resmi ideoloji nezdinde imtiyazlı bir şehirden… Bu kez anne tesettürlü değil. “Oğlumu vatana helal etmiyorum” diyor. Siteminde yerden göğe haklı olan bu ananın feryadı basında yer buldu, gazete manşetlerine çıktı, televizyonlar bültenlerine taşıdı, yazarlar köşelerini ayırdı.

Bu her şehit anasına nasip olmayan bir ilgiydi. Üstelik bu tür sözlere tepki göstermesi beklenen kurmay çevreleri de bu eleştirilere oldukça hoşgörülü yaklaştılar. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “Her türlü şikayetlerinin başımızın üstünde yeri var” bile dedi.

Tabi ki acılı anne-babanın, TSK’nın terörle mücadele yöntemini eleştiren bu sözleri üzerine, konu enine boyuna masaya yatırıldı. Normal zamanda sorulmaya cesaret edilemeyen sorular sorulmaya başlandı. Mesela bir yazar, PKK’nın ortaya çıktığı 1984’den beri kaç üst düzey komutan oğlunun, kaç yüksek bürokrat ve hatırlı zengin evladının sıcak çatışma bölgelerine gönderildiğini sordu.

Başbakan “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” dedi ya, bir şehit anası yan gelip yatanları sıraladı: Komutanların evlerinde yemek pişiren askerler. Komutanların hanımlarının şoförlüğünü ve postalığını yapan askerler. Onlara berberlik ve kuaförlük hizmeti veren askerler… Saydı da saydı.

Bu vesileyle BM Barış Gücü’nün bünyesinde görev yapan her asker için 1000 dolar aylık ödendiğini de öğrenmiş olduk. Bir yazar (Umur Talu), bir gazetede (Sabah) bu paranın askerlere ödenip ödenmediğini “Türkiye” yerine “Bangladeş”i koyarak sordu.

Profesyonel ordu meselesi bu vesileyle yeniden gündeme taşındı. Sahi, sıcak çatışmalara niçin profesyonel askerler değil de asteğmen ve er gibi aslında “sivil” olan ve askerde sadece mecburi görevini yerine getirmek için bulunan siviller gönderilirdi? Bugüne kadar terörle mücadele sırasında can vermiş olan güvenlik güçlerinin ne kadarı bu milletin hazinesinden sırf askerlik yapmak için maaş alan muvazzaf asker, ne kadarı sivildi?

Bugüne kadar bu mesele bir biçimde halledildiğine göre, neden bugün “şehitler” sorun olmaya başladı sorusu, doğrusu bir türlü cevaplayamadığım bir soru.

Sahi, bugüne kadar binlerce asteğmen hayatını kaybetti. Binlerce sivil er ve erbaş, askerlik yaparken gönderildiği sıcak çatışma bölgelerinde hayatını kaybetti. Ama o zamanlar bugün kıt yaşanan bir şey daha vardı: Şehit olanlar arasında diğerlerine nispetle az da olsa, alt rütbeli subaylar ve astsubaylar da bulunuyordu. Ama onların ölümlerinin ardından fırtına kopmadı. İyi de, neden şimdi koptu?

Acaba diyorum, bunda YAŞ kararlarıyla ordudan uzaklaştırılan mütedeyyin subay ve astsubayların oluşturduğu boşluğun payı var mı? Ölmek hiç kolay değil ve ölüme seve seve gitmek özel bir kalbi donanım işi de, onun için sordum. Tabi ki aynı şey ölenin yakınları için de geçerli. “Oğlum şehit oldu, ölmedi” diye düşünen ebeveynin tepkisiyle, “Oğlum şehit değildir, o Çanakkale’de savaşmadı” diye düşünen ebeveynin tepkisi aynı olamazdı. Bir paradoks da şu: Şehitliğin İslami tarifine, birincilerin değil bu son annenin tavrı daha yakın duruyor. Yani, “oğlum şehit olmadı” diyen anne, İslami ölçülere göre yüzde yüz haklı. Mukaddes bir kavaramı istismar etmeme ve ettirmemesi de artı bir puan.

Bu ikinci tepki bu kadar geç ve nadir verilmeseydi, belki terörle mücadelede bu kadar kayıp yaşanmayacak, bu ülkenin evlatları birbirini bu kadar kırmayacaktı.

Son bir soru daha: Sahi, bu tartışmayı başlatan haklı sözlerin sahibi açık değil tesettürlü bir anne olsaydı, bu kadar hüsnü kabul görür, böylesine engin bir hoşgörüye mazhar olabilir miydi? Sadece merak ettim, hepsi bu.

Yorum Yaz