Arafat manzaraları

Tevriye günü çıkış vakfesinde Mina’dayız. Diyanet’in hacılarına Mina vakfesi yaptırmaması bize yaradı.

Diyanet’e ait kocaman bir çadırın boş bir bölmesini, kendimize tahsis ettik. Bir avuç gönül dostuyla, paylaşmanın muhteşem örnekleri sergilendi orada.

En çok paylaştığımız şey muhabbet. Hakkı verilmiş bir hacda hac arkadaşlığı, askerlik arkadaşlığıyla falan kıyaslanmayacak kadar ileri bir durum. Allah bu topraklarda muhabbete ayrı bir bereket katıyor sanki. Ne de olsa insanlığın büyük âşıklarının buluştuğu ve yaşadığı bir mekândayız.

Sohbetler, karlı bir kış günü dostun elinden dosta verilen tavşankanı çay tadında. Biraz önce kalabalık kafileye yaptığım konuşmayı yürek çaydanlığında demleyen refiklerim, ondan “soru” bardaklarıyla bana da sunuyorlar. Cevaplamaya çalışıyorum hepsini. Gönül tezgâhında, tebessüm atkısına gözyaşından ilmekler atarak meveddet halısı dokuyoruz. Bir Hz. Adem’den, bir Hz. İbrahim’den, bir Rasulullah’tan açılıyor söz. Sözü edilince sanki kokuları da geliyor. Yusuf’una göz veren bir Yakup’sanız, gönlünüz kokusunu niçin almasın?

Yol arkadaşlarım kendilerini ertesi güç nasıl zorlu bir maratonun karşılayacağını bilmiyorlar. Yatmalarını salık veriyorum. Ama daha önce Mekke’de hiç görmediğim bir soğuk. Çöl soğuğu daha mı etkili oluyor ne? İnsanın iliklerine işliyor.

İhramlıyız, elbise giyemeyiz: İşte bu harika. İhramın hikmetlerinden biri daha tecelli ediyor; ihram insanı terbiye ediyor. Böyle durumlarda çift ihram en güzel çözüm, ama herkes bu tedbiri düşünemez ki. Soğuk havalarda, ayak açıkken uyunmuyor. Biri yattığı yerden soruyor “Ayaklarımızı örtebilir miyiz?” “Cezası var” cevabını alınca, tereddüt etmeden soruyor: “Kaç para hocam, kaç para!”

Mina geceleri, mahşer öncesi: Mahşer öncesi de uyunmuyor ki. Şair böylesi geceler için mi söylemiş şu beyti: “Geceler ta subh olunca inletir bu dert beni/Derdimin içinde dermanımdır Allah hu diyen”.

Arafat’tayız. Marifet diyarında. İnsanlığın ilk parçalanan aile fertlerinin birbirine kavuştuğu mekânda, büyük İslam ailemize kavuşuyoruz, fakaaat… Evet fakatı çok uzun; şu demir parmaklıklar da neyin nesi? Manzarayı görmeyenler için özetleyeyim:

Bir tarafı engin bir ova görünümünde olan dev bir vadi düşünün; gözünüzün alabildiği insan ve çadır dolu, neredeyse ufuk çizgisine kadar. Türkiyeli hacıların yerleştirileceği yerler şirketlere göre bölünmüş. Bölünen bu mekânların etrafı kalın demir direklerle örülmüş. Önce yarı açık cezaevi kapısını andıran bir kapıdan geçiyor, turnikemsi bir demir aralıktan tek sıralı bir “s” çizdikten sonra içeri giriyorsunuz. Dayalı döşeli çadıra adımınızı attıktan sonra, kendinizi görevlilerin müşfik kollarına teslim ediyorsunuz. Gerisi mi? Gerisi onların insaf, bilgi, görgü, şefkat ve takdirine kalmış.

İlk şoku programın merkezi olacağı anonsuyla yaşadım. Anlaşılan, görmeyeli Arafat çok değişmiş. Diyanet, resmen Arafat’a el koymuş. Tüm Arafat’a yayın yapan bir hoparlör sistemi. Dünyanın tüm hacıları umarım Türkçe öğrenmiştir bu sayede. Program başladı. Arafat konuşmaları yapılıyor. Protokol takdim ediliyor hacılara ve burası Arafat.

Daha beteri de oluyor; epey bir zaman koro ve solo ilahi konseri dinliyoruz. Merkezi sistem olduğu için, iki dostunuzla “te’âruf” edip tanışamıyorsunuz da. Her çadırın içinde çın çın ötüyor. İçinize dönme lüksünüz yok. Volümü elinizde olmayın bir yayın bu; “Parasını verdiniz, zorla dinleyeceksiniz” gibi bir şey. Hani Gümüşhaneli’nin hesabı, “Arafat Arafat olalı böyle zulüm görmedi” gibi bir şey. Anlaşılan Diyanet’imiz merkezi ezan ve vaazlardan çok verim almış ki, şimdi de “merkezi Arafat” icat etmiş.

Şükür ki, öğle namazı için ara veriliyor. Fakat o da ne? Her kafile ayrı namaz kılıyor ve tekbir sesleri birbirine karışıyor. Hanımlar bölümüne dört imamın sesi de aynı mesafeden geliyormuş. Kimisi kendi imamlarıyla başladıkları namazı, yandaki imamla devam ettirmiş, kimisi de bozmuş. “Merkezi sisteme” bu kadar meraklı organizatörler, iş namaza gelince “adem-i merkeziyet” yanlısı. Neden acep? Cemaatle kılınması gereken namazda beylik düzeni, konuşma ve konserde imparatorluk? Ben anlamadım bu işi.

Ve beklendiği gibi, konuşmacıların hiç biri hacıların şuurunu artırıcı, haccın sembollerini aydınlatıcı bir cümle etmeden protokol konuşmalarını tamamlıyorlar. Bu arada bir teklifim var: Arafat konuşmaları kaydedilip, ibret-i alem için, “dini hitabetin içi nasıl boşaltılır?” dersinde okutulmalı.

İnanmayacaksınız, ama protokole uygun selamlama konuşmaları bile dinlettiler; hem de Arafat’ta. Meğer beterin de beteri varmış. O beteri geriden gelen Arafat duasının içinde saklıymış: “Türk töresi”… Evet, evet, Arafat’ta, her ırk, kavim, kabileden oluşan büyük İslam ailemizle tanışma diyarı olan Arafat’ta, içinde “Türk töresi” geçen bir dua yapıldı. O duanın içinde bırakın Irak ve Afganistan’ı, bir Filistin ve Kudüs bile geçmedi. “ABD Arafat’ı da mı işgal etti?” diye düşünmedim değil.

Bir ara fırsat bulup tepelere doğru bir avuç dostla vurduk; içimize akıttığımız gözyaşlarımızı serbestçe savurduk Arafat rüzgârına: “Şahit ol ya Rab!” dedik. Amin!

Bilmem, sesim Diyanet’teki hassas dostlara varır mı? Tamam, Emin Çölaşan değiliz ki Bardakoğlu Hoca camilere bayrak meselesinde olduğu gibi bizi telefonla arayıp da “sesinizi duyduk” desin. Ondan geçtik, fakat Allah rızası için haccın ruhuna uygun olmayan söylem ve uygulamalara dur denilsin. Yoksa şikâyetimizi Allah’a mı yöneltelim?

Yorum Yaz