Yeniçerilik hortlar mı?

Bir tarih sorusu ile girelim söze: Halkın kendi ordusunu öz elleriyle temizleyip adını da “Hayırlı Olay” (Vak’a-i Hayriye) koyduğu dünyadaki tek hadise nerede yaşanmıştır?

El-cevap: Bu topraklarda.

Yeniçeri ordusu, Osmanlı’yı cihan devleti yapan orduydu. Bu nedenle yeniçeriler kendilerinin devlet için ne denli vazgeçilmez olduklarını iyi bilirlerdi. Bu durum onlarda aşırı bir gurura ve şımarıklığa yol açtı. Ne söz dinlediler, ne hukuk. Kendilerini hukukun/şeriatın üstünde gördüler. Devlet içinde devlet oldular. Önceleri “milletin ordusu” idiler. Sonraları milleti “ordunun milleti” yerine koydular. En sonunda “millete karşı devlet” haline geldiler.

Dün milletin değer ve menfaatlerini savunurken, gün oldu kendi menfaatlerini milletin değer ve menfaatlerinin üstünde görmeye başladılar. Evvelce milletin inanç ve değerlerinin güvencesiydiler. Fakat git gide milletin inanç ve değerlerini tehdit eder hale geldiler. Kendilerini besleyen milleti tehdit ettiler. En sonunda millet tarafından yok edildiler.

Yeniçeri ordusunun hikayesi halkına yabancılaşmanın, dahası halkına yabancılaşan bir kurumun ilelebet yaşayamayacağının hikayesidir.

Boşuna dememişler “haddini aşan zıddına döner” diye. Adaleti sağlamakla görevli bir kurum, haddini aşınca, bizzat zulmün odağı olmaya başlar. Güvenliği sağlamakla görevli olan bir kurum, haddini aşınca, güvenliğin en büyük tehdidi haline gelir.

Yeniçerinin “kelle isteme” geleneği, bir haddini aşmaydı. Bu gelenek maalesef Osmanlı’yla sınırlı kalmadı. Osmanlı sonrasındaki “fetret döneminde” de devam etti. Başbakanın kellesini isteyen 1960 cuntasıyla, Sadrazamın kellesini isteyen kazan kaldırmış Yeniçeri arasında ne fark var? Olsa olsa bu bir mahiyet farkı değil, biçim farkıdır.

Çöküş dönemlerinin Yeniçerisi Şeriatın yasakladığı kan dökmeden yağmaya, içkiden işrete varana dek her türlü günah ve zorbalığı irtikap eder, yine de kazan kaldırırken “Şeriat isterük!” diye ortalığı velveleye verirdi.

Bu, tarihin en komik paradokslarından biridir.

“Kazan kaldırma” dediğimiz şey, askeri müdahalelerin Yeniçericesi idi. Cumhuriyet dönemindeki darbeler ve müdahaleler de, gerçekte Yeniçeri Ordusunun “kazan kaldırma” geleneğinin modernleştirilmiş biçiminden başkası değildi.

Osmanlı’daki üç sınıftan “seyfiyye”yi temsil eden Yeniçeri Ordusu kazan kaldıracağı zaman, mutlaka “ilmiyye” ve “kalemiyye” sınıfından kendisine destek çıkacak birilerini tedarik ederdi. Bugün “ilmiyye”nin yerini YÖK, “kalemiyye”nin yerini de millet iradesine ortak çıkan “kurumlar” almış görünüyor.

Yeniçeri kazan kaldıracağı zaman, bunun “fetvalı” olmasına özen gösterirdi. Eğer Şeyhülislamdan bu fetvayı tehditle alamazsa, onu etkisiz hale getirir ama fetva alacağı bir “merci” mutlaka bulurdu. Doğrusu yeniçeriye karşı çıkmak, mangal gibi bir yürek isterdi. O da herkeste bulunmazdı. Bulunan da, bunun faturasını bazen hayatıyla, bazen makam ve itibarıyla, bazen de ekmeğiyle öderdi.

Yeniçerinin elinde kazan kaldırmak ve kelle almak için “bürhân-ı kat’î” (=kesin delil) yoksa da, “bürhân-ı kâtı’a” (=kesici delil) vardı. Nasıl olsa bu ikincisi birincisinden daha etkiliydi. Çünkü bir nice “bürhân-ı kat’î” sahibinin dili, “bürhan-ı kâtıa”yı görünce lâl olurdu.

Kazan kaldıran yeniçerinin iştahını, istediği kellenin kendisine verilmesinden daha fazla hiçbir şey kabartamazdı. Önce alt kademeden kelleler istenirdi. Aslında bu bir yoklama, el ense çekmeydi. Muhataplarının direncini bu yolla ölçerdi Yeniçeri. Kelle verildikçe bir üst kademeye çıkılırdı. Kelle talebi en sonunda, kelleyi verip de kellesini kurtarmaya çalışan makama kadar uzanırdı.

Bazen Yeniçerinin iştahı o kadar kabarırdı ki, Sadrazamın kellesiyle de yetinmez, II. Osman ve III. Selim’de olduğu gibi, “devlet”i temsil eden bir numaralı şahsın, yani Padişahın kellesini ister ve alırdı.

Tabi ki bütün bu süreçte olan millete olurdu. En sonunda milletin gözbebeği olan ordu, milletin gözüne batan çöpe dönüşmüştü. Millet, kendi ekmeğinden kısarak beslediği yeniçerinin, gözlerini oyan karga rolünü oynamasına daha fazla dayanamadı. Zira değerlerini savunsun diye beslediği güç, değerlerine düşman olmuştu. Bunu gören halk, sonunda dayanamayıp “benden ekl ü bel ettiklerin gözüne dizine dursun” dedi.

Halkın verdiğini haram etmesi, annenin hayırsız evlada sütünü haram etmesi gibi bir şeydi.

Tarihler 15 Haziran 1826?yı gösterdiğinde, Dersaadet’te tarihin en dramatik tasfiyelerinden biri yaşandı. Olan şuydu: Millet Yeniçeri bebeğini göğsünde emzirerek büyütmüştü. Millet bağrına bastığı Yeniçeriyi her türlü yaramazlığına karşı sonuna kadar korudu. Ancak bir noktadan sonra Yeniçeri hayırsız evlatlığa soyundu ve silahını kendini besleyen millete doğrulttu. Millet de emzirdiği sütü ağzından burnundan fitil fitil getirdi. Tarihe, bence isabetsiz bir adla “Vak’a-i Hayriye” olarak geçen olayın hikayesi buydu.

Allah yazdıysa bozsun! Ne Yeniçerilik hortlasın, ne “Vak’a-i Hayriye” tekerrür etsin.

 

Yorum Yaz