28 Şubat bir “fitne” idi

“Toksinleri attık” demiştim. Nitekim öyle de olmuştu. Müslüman bedenine ârız olan, o bedeni hantallaştıran, “içi beni, dışı eli yakar” cinsinden olan toksinleri…

Dışı eli yakıyordu. Çünkü “elin oğlu” (bir zamanlar bizim oğlandı, ama âşık olduğu çorbacı kızına iç güveysi gidince, elin oğlu oldu), “içi beni yakan” bu hantal ve iri cüsseye bakıp tedirgin oluyordu. Onun bu tedirginliğini fark eden çıkar çevreleri, ellerindeki tüm medya imkanlarını kullanarak, bu tedirginliği hırçınlığa, hatta saldırganlığa dönüştürmek istediler.

Sonunda başardılar da. Elin oğlunun gözünde olduğundan fazla göründü Müslümanlar. Önce gericilerdi, mürtecilerdi. Sonra iç tehdit oldular, en sonunda Gizli Anayasa’larda yazılı tehdit sıralamasında “bir numara” ilan edildiler. “Dışı eli yakar”ın hikayesi böyle gelişti.

“Dışı eli yakar”ı anladık da, “içi beni yakar” da ne oluyor?

İçi beni yakıyordu, zira dışardan görüldüğü gibi değildi iş. Zat-ı âlîleri, Müslüman bedenine ârız olmuş fazla kilo gibiydi. Göbek yapmaktan, yağ bağlamaktan, bu bedeni hantallaştırıp hareket imkanını kısıtlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Ama kendisine sorsanız, tereddüt etmeden bu bedenin kalbi, beyni, gözü, kulağı, eli, ayağı, dili, dudağı olduğunu söylerdi. Yani o, kendisini bu bedenin olmazsa olmazı kabul ediyordu. Ta ki, arkadan postal sesi gelinceye kadar. Postal sesini duyunca ter atan bedenden ilk atılan o oldu. Meğer kendini olmazsa olmaz yerine koyan müşarunileyh, toksinden başka bir şey değilmiş.

İşte, “içi beni yakar”ın hikayesi de bu.

28 Şubat, vitrinlere taş attı. Vitrinlerin camı çerçevesi inince, herkesin gerçek “değeri” ortaya döküldü.

Bizim mahallenin görkemli vitrinleri vardı. Neon “nur”uyla münevver kılınmış bu vitrinler, göz kamaştırırdı. Her bakana, “Vitrini böyleyse, kim bilir içi nasıldır?” dedirtirdi. Vitrinin camı çerçevesi inince, arkada bir numara olmadığı görüldü. Görkemli vitrinine bakıp içi hakkında hayal kuranlar, derin bir hayal kırıklığına uğradılar. Meğer tüm sermaye vitrine yatırılmış. Meğer vitrinin arkası bomboşmuş.

Bunu sormak için dükkan sahiplerini arayanlar, onları bir türlü bulamadılar. Çünkü ilk taşta ortalıktan toz olmuştular. Kanlı canlı nesneler, maddenin tüm hallerine dönüşüvermiştiler. Bazıları buharlaştı. Bazıları hâlâ toz. Bazıları tebdil-i kıyafet ortaya çıktı. Ortaya çıktıklarında, tanınamaz haldelerdi. Zira kimileri aksesuar değiştirmişti. Bununla da yetinmeyenler, güzergah değiştirdi. Kimileri daha ileri giderek yol değiştirdi.

28 Şubat cadı kazanı kaynamaya başlayınca, seküler Engizisyon cadı avını da başlatmış oldu. Bu hengamede hem sopa gösteriliyor, hem havuç sunuluyordu. Birilerinin payına sopa düşerken, fırsattan istifade birileri de taze tavşanlar gibi havuca koştu. Bükülmez adam kif olsaydı, herhalde o mısraı, “Bir havuç uğruna Ya Rab ne güneşler batıyor” diye değiştirirdi.

İşte tam bu hengamede, bir “kazı-kazan” furyası başladı. Keşke kazınanlar, sadece sakallar ve bıyıklar olsaydı. Keşke her kazınan sakal ve bıyık, içerideki kazıma işleminin dışarıya yansıyan izdüşümü olmasaydı. Keşke, şehveti aç erlerin “moral gecesinde” attıkları histerik çığlıkları andıran “Aç!.. Aç!..” temposuna kurban edilenler, zaten İçelleştirilememiş örtüler ve giysilerden ibaret olsaydı da, alesta bekleyenlerin yüreklerindeki takva elbisesi olmasaydı.

28 Şubat bir fitne idi. Fitne Kur’ânî bir kavram. Altının cevherini cürufundan ayırma işlemine “el-fetnu” deniliyor Arapçada. Gerçek birçok anlamlı kelime olan fitne’nin tüm anlamları gelip bu kök anlamda buluşuyor. Zaten imtihana da bunun için “fitne” denilmiş.

28 Şubat süreci bir pota idi. Bu potaya girenler ergitilerek ayrıştırıldı. Adamın hamı hasından, cevheri cürufundan seçilip ayrıldı. Bu tarihin yasasıydı. Vahiy, Uhud yenilgisinin ardından, “Bu başımıza nereden geldi?” diyenlere “Nefisleriniz yüzünden” cevabını verir. Daha sonra onlara ilahi yasa hatırlatılır: “Onlar görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya ki kez sınanmaktalar!”

Kul zulmeder, Allah adalet eder. Kulun zulmü “parçada” gerçekleşir, Allah’ın adaleti “bütünde” tecelli eder. Bütündeki adalet, parçadaki zulmün vebalini zalimin boynundan kaldırmaz. Çünkü başta zalimler, hiçbir insan bütünü görmez. Görmediği için de, onu zulmüne mazeret gösteremez. Bütünü gören, sadece el-Basîr olan Allah’tır.

Şimdi topyekun tevbe zamanı. Gerçek tevbe, günahı tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırmaktır. 28 Şubat bir “suç”, bir “kanunsuzluk” bir “hukuk dışılık” olmanın yanında, bir “günah” idi. Üstelik, dini azaltma projesi olduğu için, “büyük günah” idi. Bunun böyle olduğunu anlamak için, alın 18 maddelik bildiriyi önünüze, bugün bu ülkedeki “beyaz kadın ticaretinde Türkiye dünya ikincisi”, “liselerde fuhuş ve cinayet patlaması”, “intihar patlaması”, “12 yaşına inen uyuşturucu kullanımı”, “lolita cumhuriyeti”, “misyoner ve ev-kilise patlaması” vb. gibi toplumsal çözülme ve yozlaşma ile ilgili başlıklarla arasındaki sebep-sonuç ilişkisini araştırın.

28 Şubat günahının tevbesi, bu günaha ortak olmak değil, onu tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırmaktır.

Bu ülke, 28 Şubat günahına, tevbe-i nasuh ile tevbe etmeli.

 

Yorum Yaz