Ahlak Dinin Temelidir

“İlahi adalet” ile “beşeri adalet”in arası açıldı. Adalet sadece ahirete hasredilerek, insanın adil bir dünya kurma iddiası yok edildi.

“Ahlak”ın lügavi çerçevesi

Ahlak hem hilk hem de hulk köküne nisbet edilir. Hilk insanın fıtri tabiatını, hulk insanın manevi yanını, halk insanın maddi ve sosyal yanını ifade eder. Ahlak’ın hulk boyutu hilk ve halk boyutundan güçlüdür. Nasıl ki ruh bedenin, ahiret dünyanın, ğayb şahadet âleminin, mana maddenin öznesi ise, manevi olan da maddi olanın öznesidir. Birinciler ikincilerden kalıcıdır. Birinciler ikincilerin failidir. Aynı kökten gelen hilkat “yaratılış” demektir. Aynı zamanda hulk“huy” yani “alışılmış davranış” demektir.

Arap dilinin felsefesine vakıf olanlar bilirler: Hilk mastarı kesre’den dolayı ahlakın boyun eğen ve nesne olan boyutunu, hulk mastarı damme’den dolayı ahlakın baş kaldıran ve özne olan boyutunu temsil eder. Yani ahlak fıtrat’a bakan yanıyla hilkat’in nesnesi olmakta, hulk’a bakan yanıyla amel’in öznesi olmaktadır.

Batıda, 20. yüzyılın ilk yarısında latin asıllı moral sözcüğü kullanılıyordu. Bu yüzyılın son çeyreğinde özellikle Yunan asıllı etik kullanılmaya başlandı. Yunanca ethos, bizdeki “ahlak”ın karşılığıdır. Aristo’nun başyapıtlarından biri Nichomakhos’a Etick (Nikomakos’a Ahlak) adlı eseri, ahlak üzerine yazılmıştır. Ahlak Yunan kültüründe bir değerler dizgesini ifade eder.

Bu terimlerin zaman içindeki değişimlerini izlediğimizde moral’in daha çok bireysel ahlak için, etik’in ise sosyal ahlak için kullanıldığını görürüz. Birincisi İslam terminolojisinde edeb’e, ikincisi ise ahlak’a daha yakın durmaktadır.

Ahlak, son dönemlerde mesleki alanlara has kılınarak meslek ahlakları gelişmeye başlamıştır ki, tıp adamlarının uymaları gereken ahlaki kurallar müstakil bir ad almıştır: Deontoloji.

İyi-kötü ahlakın konusudur. Doğru-yanlış aklın konusudur. Güzel-çirkin estetiğin konusudur. Hak-batıl akidenin konusudur. Haklı-haksız hukukun konusudur.

Din binasının temel katı olarak ahlak

İbn Abbas’a göre din şu dört unsurdan oluşur:

  1. Ahlak.
  2. Akide.
  3. İbadât.
  4. Muamelat.

Eğer İbn Abbas’a aidiyeti sahihse, onun bu dört unsuru nasıl bir sıralamaya tabi tuttuğunu bilmiyoruz. Fakat bizce din binasını teşkil eden bu dört unsurun tesbiti kadar, hatta ondan daha da önemlisi, bu dört unsurun tertibidir.

Yani soru şudur: Din binasının temel katını bu dört unsurdan hangisi teşkil eder?

Tartışma dönüp dolaşıp ilk iki maddede düğümlenecektir: Akide mi, ahlak mı?

Eğer bu suale “akide” cevabını verirsek, bu kez başka sualler sökün edecektir:

Akide sahibinin ahlaki davranışının garantisi midir?

Bu suale “evet” dersek, akide sahibi olanların ahlaklı, akide sahibi olmayanların ahlaksız olduğu sonucuna varırız. Durum gerçekten böyle midir? Akide sahibi olup da ahlaki davranışta sınıfta kalanları ne yapacağız? Veya sahih bir akideden mahrum olup da ahlaki davranış gösterenleri ne yapacağız? Suali bir başka şekilde şöyle de sorabiliriz: İnsan olmadan Müslüman olmak kabil midir? Kabilse bu nasıl bir Müslümanlık olur? İslam’ın sahibi olan Allah böyle bir Müslümanlıktan razı mıdır? Dinin maksadı bu mudur? Kur’an böyle bir islamı tasdik eder mi?

Akide ile ahlakı, din binasının temel katına karşılıklı olarak almaya sanırım kimsenin bir itirazı olmasa gerektir. Fakat ille de bu dörtlüyü üst üste dizmemiz gerekirse, temel kata akideyi değil ahlakı koymamız gerekecektir. Bu gereklilik, Mushaf’ın daha girişinde yer alan Bakara Sûresi’nin 2. âyetinden anlaşılır:

Zalike’l-kitâbu lâ raybe fîhi huden li’l-muttakîn: “İşte kendisinde hiçbir şüphe olmayan bu kitap, muttakiler için bir hidayet rehberidir.”

Bu cümlede Kur’an’ın iki temel ıstılahı yer alır: Takva ve hidayet. Arapçanın söz diziminden kaynaklanan bir zorunluluk olarak metinde takva (muttakin) hidayetten (huden) sonra gelse de, manada takva hidayetten öncedir. Zira “muttakiler için hidayettir” cümlesinde hidayet takva üzerine bina edilmekte, takva hidayetin temeli olarak takdim edilmektedir. Eğer takvayı hidayetin temeli ve sebebi değil de, hidayeti takvanın temeli ve sebebi kabul edersek, âyeti indiği gibi değil de şöyle okumuş oluruz:

Zâlike’l-kitâbu lâ raybe fîhi takven li’l-muhtedîn: “İşte bu kitap, hidayete ermişler için bir takva kaynağıdır.”

Bu tahrif olur. Dolayısıyla âyet, takvayı hidayetin temeline yerleştirmektedir.

Hidayet akidevi bir kavramdır. Hangi yorumdan yola çıkarsak çıkalım, ulaşacağımız yer hidayet kavramının akide ile alakalı olduğu gerçeğidir. Hidayete ermek akideyi benimsemeyi gerektirir.

Takva ise ahlaki bir kavramdır. Hangi yorumdan yola çıkarsak çıkalım, takvanın ahlak ile ilgili bir kavram olduğu sonucuna ulaşırız. İster “sorumluluk şuuru”, ister “sakınmak”, ister “korkmak”, ister “Allah’a karşı saygı”, isterse başka her hangi bir anlamı tercih edelim, neticede varıp duracağımız yer “ahlaki” bir kavramla karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir. Zaten Toshihiko İzutsu’nun kavram hakkında yaptığı semantik kazının kendisini “sorumlu davranış şuuruna” ulaştırmış olmasının sebebi de budur.

Mübarek Bakara Sûresi’nin 2. âyetinin açılımı bu durumda şu olmaktadır: Hidayete ermemiş bir insanı hidayet kapısının önüne getirip bırakan, onun hidayetten önceki takvası, yani davranışlarındaki sorumluluk şuurudur. Şu halde din binasının temelinde ahlak yatmaktadır. Zira ahlaki sorumluluk, akidenin zeminidir. İnsan bu sorumluluk sayesinde hakikati arar. Bu arayışın sonunda iman vardır. Hidayete ermek imana ermektir. Fakat takva orada bitmez. Çünkü takva “sorumluluk bilincidir” ve hidayete erdikten sonra da devam eder. İmanın takvası inanç ahlakıdır. Nasıl ki bilginin takvası bilgi ahlakı, amelin takvası eylem ahlakı, servetin takvası servet ahlakı ise…

Ahlakın din binasının temeli olduğu hakikatini Allah’ın kitabında Rasulünü tanıttığı şu iki âyetten de çıkarabiliriz. Rabbimiz elçisini tanıtırken “Elbet sen muazzam bir ahlak üzeresin” (Kalem 68:4) buyuruyor. İlk inen surelerden biri olan bu âyet Allah Rasulü’nün vahiy öncesi ahlaki duruşuna bir atıftır. Bir işlevi de ta’lil (gerekçe) olan inne edatının ta’lil manası ile başlayan bu âyet, adeta Abdullah oğlu Muhammed’in peygamber seçilmesinin gerekçesini teşkil etmektedir. Adeta “Neden ben?” sualinin bir cevabı niteliğindedir. Rasulullah’ın risalet öncesindeki ahlaki niteliğinden haber veren bu âyetin yanına, yine onun risalet öncesindeki akidevi durumunu ele alan şu âyeti koyalım: “Sen (bundan önce) kitap nedir iman nedir bilmezdin” (Şûrâ 52). İkisi de Efendimiz’in nübüvveti öncesi hakkında verilen bu iki bilgiyi birleştirdiğimizde çıkan sonuç şudur: “Sen, kitap nedir iman nedir bilmezken de muazzam bir ahlaka sahiptin”. İşte bu da ahlakın akidenin zemininde olduğunun bir başka şahididir.

Ahlaka uzak bir insan, Allah’a yakın olamaz. Tabi ki dine, imana, İslam’a, adalete de… Ahlak dinin hem temeli hem gayesidir.

Bir davranış ahlakilik vasfını ne zaman kazanır?

Ahlak davranışlarla alakalı bir şeydir. Davranış yoksa orada ahlaktan söz edilmez. Bir davranışı ahlaki olarak nitelendirmek için dört vasıf kaçınılmazdır.

  1. İradeli ve şuurlu olacak. Kur’an bu tür bir davranışa ‘ameladını veriyor. Hayvanların davranışına ‘ameldenemez. Zira hayvanlar şuurdan yoksundur.
  2. Edinilmiş ve kazanılmış olacak. Hiç kimse doğuştan ahlaklı veya ahlaksız olamaz. Bu nedenle de hiçbir bebek için “ahlaksız bebek” denilemez.
  3. Hilkatine katacak denli alışkanlık (itiyat) ve insiyak haline gelecek. Davranış anlık ve geçici olmayacak. Planlı ve tasarlanmış değil, zorlanmadan ve kolayca gerçekleşecek.
  4. Niyete değil davranışa ilişkin olacak. Kur’an mucahidinadını verdiği “eyleme geçen aktif iyileri”, kâidînadını verdiği “eylemsizlik içindeki pasif iyilere” yeğ tutar (Nisa 4:95).

Ahlakın çıkış noktası şuurdur. Bilinç yoksa eylem “amel” değil “hareket”tir. Taş, toprak, su, rüzgâr, bulut, kuş, koyun hareket eder. Onların hareketi “amel” olmaz, zira şuurdan yoksundur. Dolayısıyla bütün bu nesnelerden ahlaki davranış beklenmez.

Ahlak içtimai alanda ortaya çıkar. Ferdin fertle, ferdin devletle, ferdin toplumla ve toplumların diğer toplumlarla ilişkilerinin dayandığı değer odaklı kurallar manzumesidir.

Ahlak değişir ve gelişir. Değişmeyen gelişmez de. Bir önceki adımdaki ahlakilik, bir sonraki davranışın ahlakiliğini besler. Bu böyle devam edip gider. Tersi de geçerlidir. Bir önceki davranıştaki gayrı ahlakilik, bir sonraki davranışın gayrı ahlakiliğini besler.

Ahlakın çıkış noktası “cisim” değil “nefis”tir. Dolayısıyla ahlak bedenin sıfatı değil, nefsin sıfatıdır. Neticede onun çıkış yeri organlar değil bilinçtir. Bir niyet bilinçten süzülüp davranışa dönüşünce “ahlaki” veya “gayrı ahlaki” vasfını alır.

Ahlaki davranış “kayıtlı” ve “kayıtsız” diye ikiye ayrılır. Bir ahlaki davranışın kayıtlı olması, onun ahlakiliğini gölgeler. Zira “kayıtlı ahlak”, görececi ahlaktır. Bir davranış göreliyse, o davranışın ahlakiliği sorgulanır. Ahlaki davranış, her yerde ve her durumda geçerli olan davranıştır. Bir İngiliz’in Londra’da bir İngiliz’e karşı ahlaki saydığı bir davranışı, eski sömürgesi Hindistan’da bir Hintliden esirgiyorsa, onun Londra’daki davranışı da özünde ahlaki değildir. Bir kimse “bizden” dediği kişiye karşı gösterdiği davranışı “öteki” gerekçesiyle bir başkasından esirgiyorsa, birinci davranışı da ahlaki olma vasfını yitirir. Zira bu “kayıtlı ahlaka” girer. Ahlak kayıtlandığında ahlak olmaktan çıkar.

Bu durumda nihai olarak bir davranışın ahlaki olup olmadığını, ancak o davranışın çıkış noktası olan niyeti okuyan bilir. Şu halde bir davranışın ahlaki olup olmadığı hakkındaki son ve kesin sözü söyleyecek tek otorite, kalplerin özünü bilen Allah’tır. İşte bu nedenle, garantili ahlaki davranışın referansı Allah olmak zorundadır. Bu aynı zamanda “Ahlakın kökeni nedir?” sualine verilebilecek en doğru cevaptır.

Bir ahlaki davranışı göreli olmaktan çıkarmanın tek yolu vardır: Aşkın bir referansa bağlamak… O referans Allah’tır. Zira tasavvurda başlayıp davranışta son bulan amel sürecini, kesintisiz izleyebilen tek zat ancak Allah’tır. Değilse yetim bir kız çocuğuna sahip çıkmak ahlaki bir davranıştır. Fakat bunu yapan adam ileride çirkin emellerine alet etmek için bunu yapıyorsa, onun bu davranışı dışarıdan gören herkes tarafından ahlaki olarak görülse de özünde ahlaksız bir davranıştır. Onun hakkındaki kesin yargıyı ise sadece Allah verir. Bir kötü, eline bulaşmış bir pisliği yolda giderken ağlayan bir yetimin başına silse, yetim de bunu bir şefkat eli olarak algılayıp sevinse, bu durum o adamın davranışını ahlaki kılmaz. Buna benzer birçok örnek verilebilir. İşte bu ve buna benzer örneklerin de göstereceği gibi, bir davranış aşkın bir güce referansla yapılması durumunda ahlakilik garantisi kazanır. Şu âyet bize bu hakikati haykırmaktadır:

“De ki: Size tek bir öğüdüm var: İster tek başınıza olun isterse başkalarıyla birlikte olun; asla Allah’ın huzurunda bulunduğunuz gerçeğini unutmayın!” (Sebe’ 34:46)

Ve şu âyet: “Doğrusu insanı biz yarattık; ona nefsinin ne vesveseler verdiğini en iyi Biz biliriz; zira Biz kulumuza şahdamarından daha yakınız.” (Gâf 50:16)

Bir davranışın ahlakiliği, nihai tahlilde o davranışın arkasındaki niyete bağlıdır. Zira hiçbir davranışa, onu ortaya koyanın niyetinden bağımsız kıymet hükmü verilemez.

Ahlak ve Kur’an

Ahlak kavramının kendisi Kur’an’da merkezi bir yer tutmaz. Bu kavram, Kur’an’da biri Kalem Sûresi’nin 4. âyeti, diğeri Şuara Sûresi’nin 137. âyeti olmak üzere iki yerde geçer. Fakat insanlığın ortak aklının iyi dediği ne kadar ahlaki davranış varsa o övülür. Yine Kur’an’da insanlığın ortak aklının kötü dediği ne kadar davranış varsa onlar da yerilir.

Bu durumda şu tesbiti yapmak kaçınılmazdır: Ahlak kavramı her ne kadar Kur’an’da merkezi bir yer tutmasa da, ahlaki davranışın kendisi Kur’an’ın merkezinde yer alır. Kur’an’ın maksadı insan davranışını ahlakileştirmektir. Kur’an neden söz ederse etsin, nihayetinde ahlaktan söz etmektedir. Buna ilk inen surelerden yola çıkarak birkaç örnek verelim:

  1. ‘Alak Sûresi: Kur’an’ın ilk inen beş âyetinin konusu bilgi ahlakıdır. İlk emir yalınkat bir “Oku!” emri değil, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emridir. Yaratan Rab adıyla/adına okumak bilgi ahlakının güvencesidir. Yine Alak Sûresi’nde yer alan “İnsan mutlaka azar; eğer kendi kendine yettiğini sanırsa” (6-7) âyetleri doğrudan ahlakla ilgilidir. Yine aynı surede yer alan “O bilmiyor mu ki Allah kendisini görüyor” âyetinde, ahlaki davranışın aşkın referansı gösteriliyor. Bu referans, gören bir Allah inancıdır. O yoksa davranışın ahlakiliğini garanti eden bir otorite de yoktur.
  2. Müzzemmil Sûresi: Kıraet ahlakından söz eder. Surenin ilk on bir âyetinde dokuz emir fiil yer alır. Yani dokuz emir fiille, dokuz davranış emredilir. Bunların merkezini teşkil eden 4. âyet şudur: “Kur’an’ı sindire sindire oku.” Bütün bu emirlerin yer aldığı pasajın zirvesi ise, ahlaki davranışın referansı olan Allah’a atıf yapılan âyettir:  “Rabbinin adını an ve tüm varlığınla O’na adan” (8).
  3. Müddessir Sûresi: Davet/Risalet ahlakından söz eder: İlk yedi âyette yedi emir fiil yer alır. Merkezi emir: “Kalk ve uyar!” (2) emirleridir. Bu emirler pasif iyiyi aktif iyi olmaya çağıran emirlerdir. Bu emirler “iyilik ahlakına” işaret ederler. İyi olmak yetmez, iyilik ahlakına da sahip olmak gerekir. O da, iyiliği ayağa kaldırmak ve aktif kılmaktır. Elçilik ahlakı, önce Rububiyyetin en büyük tezahürü olan vahyin sahibini tekbir ile başlar: “Ve Rabbini tekbir et” (3). Davette direniş de davet ahlakına girer: “Ve Rabbin için sabret” (7). Bu, “Rabbine karşı ahlaki davran” anlamına gelir. “Ve elbiseni temiz tut” (4) emri, “Topluma karşı ahlaki davran” anlamına gelir. “Tüm pisliklerden uzak dur” (5) emri, “Hakikate karşı ahlaki davran” anlamına gelir. “Ve iyiliği kazanç kapısı haline getirme” (6) emri, “Kendi şahsiyetine karşı ahlaki davran” anlamına gelir.
  4. Fatiha Sûresi: Kulluk ahlakından söz eder. İlk üç âyet kulun yöneldiği makamı hatırlatmadır. “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileniriz” (4) âyeti, kulun yöneldiği makama karşı ahlaki duruşu ifade eder. Son üç âyet ise, kulluk ahlakının merkezi olan duadır.

Namaz dışında, ileriki süreçlerde Kur’an’da yer alacak olan emir ve yasakların hemen hiçbiri henüz inmemiştir. Ama ahlaki emirler daha vahyin ilk yıllarında birbiri ardınca yer alır:

Ø  Yetimi ezmemek. (Duha 9)

Ø  Dilenciyi azarlamamak. (Duha 10)

Ø  Verdiğini kalbi ürpererek vermek. (Mu’minun 61)

Ø  Boş şeylerden yüz çevirmek. (Mu’minun 3)

Ø  Emanete ve söze riâyet etmek. (Mu’minun 8)

Ø  Ahde vefa ve emanete riâyet etmek. (Ra’d 20)

Ø  Kötülüğü iyilikle savmak. (Ra’d 22).

Böyle devam edip gidiyor…

Sünnette ahlak

Kur’an’ın nüzul sürecinde ahlaki davranışın böylesine öncelenmesi boşuna değildir. Zira Kur’an, ilk muhatabı olan Allah Rasulü’nü inşa etmektedir. Hz. Aişe’ye Rasulullah’ın ahlakı sorulduğunda, “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an’dı” cevabını vermesi gerçekten manidardır.

Bu cevap, Kur’an’ın maksadının ahlak olduğunu gösterir. Zira Kur’an ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’e bir “ahlaki davranış sistemi” kazandırmıştır. Onda var olan muazzam ahlaki alt yapıyı, daha muazzam bir üst yapı ile takviye etmiştir. Bu nedenle olsa gerektir ki Efendimiz peygamber olarak gönderiliş amacını şöyle özetlemiştir: “Ben sadece güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (İbn Hanbel, II, 381)

Bir rivayette Kur’an’ın kendisine kazandırdığı ahlak sistemini kastederek “Beni Rabbim edeplendirdi, ne de güzel edeplendirdi” buyurmuştur. Allah Rasulü, yukarıda da vurguladığımız gibi imanın kıymet ölçüsü olarak “ahlakı” almıştır: “İmanı en iyi olan, ahlakı en güzel olandır.” (Buhari, Edeb 39) “Soylarınız ahlakınız, soplarınız da amellerinizdir” diyen de Allah Rasulü’dür. Unutmayalım ki Mekke döneminin hukuku ahlak, müeyyidesi vicdan idi. Aksi durumda Allah Rasulü’nün elinde ihanet edeni cezalandıracak bir imkân yoktu.

Cahiliyye Arap kültüründe “ahlak” yerine kullanılan merkezi kavram murûet (mürüvvet) idi. Murûet, yiğitliğin kâmil halidir. “İnsan, kişi” manasına gelen mer’ kökünden gelir ki, “kadın” yerine Arapçada kullanılan mer’e “dişi insan, dişi kişi” demektir. Bu anlamıyla murûet, insanın kişiliğinin kemaline delalet eder. İbn Kuteybe Hz. Peygamber’den şunu nakleder: “Biri gelip “Ya Rasulallah, kavmimin en iyisi değil miyim?” diye sorar. Allah Rasulü der ki: “Eğer aklın varsa erdemlisin (leke fadlun), eğer ahlakın varsa insanlığın (murûet) var, eğer malın varsa hatırın (haseb) var, eğer sorumluluğun (takıyyun) varsa dinin var.” (3/295)

Cahiliyye devrinde mürüvvet, “siyadet” için istenirdi. Muhammedi davet cahiliyyenin kabileci aklının yerine, dikey ve yatay iki bağ koydu: Bu bağlardan biri insanı Allah’a, diğeri insanlığa bağladı. Dikey bağ insanı “iman” ve “takva” ile Allah’a bağladı. Yatay bağ ise insanı “ahlaka” ve “terbiyeye” bağladı. Din alanında takvanın ölçüsü “birr” ve “salih amel” olarak kondu.

İslam medeniyetinde ahlak nazariyeleri

Ebu Hayyan et-Tevhidi, el-İmtâ’ ve’l-Muânese adlı eserinde inne’l-huluk ibnu’l-halk (ahlak yaratılışın çocuğudur) der (s. 152).

İbn Sina ahlakı önce “iyi ahlak” ve “kötü ahlak” diye ikiye ayırır ve iyi ahlakı doğuştan, kötü ahlakı sonradan olarak vasıflandırır. Ona göre fıtri olan iyiliktir, kötülük arızidir (Resail, 373).

Gazzali ahlakı şöyle tanımlar: “İyilik yapmanın, insanda yerleşik, mutlak kayıtsız bir özellik (meleke) haline gelmesidir”.

Maverdi’ye göre ahlak iki çeşittir: 1. Ğarîzîyye (güdüsel olarak insanın tabiatına nakşedilen), 2. Müktesebe (Sonradan kazanılan).

Maverdi, beslenme alışkanlıkları ile ahlak arasında bağ kurmuştur. O şöyle der: “Bazılarının zannı şu ki, seciye ve ahlak bedenin kimyasal ve biyolojik yapısına göre şekillenir. Zehirli safrası çok olan öfkeli olur, az olansa pısırık olur. Kanı çok olanın cesareti, harareti ve ataklığı çok olur, az olanınki az olur.” Bu yaklaşım, helal lokmanın fıtrata sadakat ve ahlaka takviye olduğunu teyit eder.

Maverdi’ye göre seciyeileahlak arasındaki fark şudur: Kişinin tabiatında olup da ortaya çıkmayan şeye “seciye” denir, o ortaya çıktığında “ahlak” adını almayı hak kazanır. Seciye sonradan kazanılan alışkanlıklarla değiştirilemez, fakat ahlak değiştirilebilir.

Maverdi, ilk defa ahlakı düalist bir zeminde ele alarak “dünya edebi” (edebu’d-dünya) ve “din edebi” (edebu’d-din)  diye ikiye ayırdı. Bu aslında Gazzali ile belirgin hale gelen epistemolojik bölünmenin, ahlaki alandaki öncüsüydü. Gazzali’nin ünlü kitabının adı, bu bölünmenin bir belgesi gibi duruyordu: İhyau Ulumi’d-Dîn (Din İlimlerinin İhyası). Böyle bir yaklaşım, ilmi “Ulumu’d-Dünya” ve “Ulumu’d-Din” olarak ayıran bir aklın eseri idi.

İbn Miskeveyh’in bu düalist ahlak teorisi, bir başka bölünmeye daha kapı araladı. Beyan ehli ile irfan ehli arasındaki ahlak tasavvuruna ilişkin kutuplaşmanın özü ta oraya dayanır. İrfan okulları nefis terbiyesi, uzlet, fakr, çile, fena vs. gibi kavramlarla ifade edilen bir “ahlak alanını” kendi tekellerine aldılar. Bu şekilde İslam ahlakı fakihlerle sufiler arasında pay edilmeye müsait bir hale getirildi. Kimi sufiler “birr” ve “takva”yı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlak anlayışını şiar edinirken, bir kısım fakihler de bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formalizmine mahkûm oldular. Bu formel ahlakı ruhsuz bir biçimde dayattılar. Sonunda korkulan oldu: “İlahi adalet” ile “beşeri adalet”in arası açıldı. Adalet sadece ahirete hasredilerek, insanın adil bir dünya kurma iddiası yok edildi. Artık o adil dünya ahirette kurulacaktı.

Ahmed b. Miskeveyh Tehzîbu’l-Ahlâk’ında şöyle der: “Ahlak eğitiminde şu sana yeter: Birbirinden ayrı üç kuvvet vardır. Mizac, alışkanlıklar ve terbiyeye bağlı olarak bunlardan birini güçlendirir diğerini zayıflatabilirsin: 1. “Melekiyye” olarak anılan konuşma kuvveti. Alet olarak beyni kullanır. 2. “Behimiyye” olarak anılan şehvet kuvveti. Alet olarak ciğeri kullanır. 3. “Sebu’iyye” diye anılan öfke ve vahşet kuvveti. Alet olarak kalbi kullanır. İnsandaki faziletlerin miktarı, bu güçlerin miktarına bağlı olması icap eder.” (19)

İbn Haldun, coğrafya ve iklimin ahlak üzerinde etkisi olduğunu söyler. Sudanlıların dans ve eğlenceye düşkün oluşlarını sıcak iklimle açıklar.

İhvan-ı Safa, Resail’inde ahlak üzerinde yıldızların belirleyici olduğunu vurgular. İbn Sina da benzer bir kanaate sahiptir.

Âdab, seciye, mizac, fazilet, muruvvet, ‘ird, şeref, haysiyet, ma’ruf, munker, fahşâ gibi kavramlar ahlak ile bağlantılı olarak kullanılmışlardır. Fars kültüründe genellikle ahlak yerine âdâb kullanılmıştır. Fakat bu ikisi arasında fark olsa gerektir. İbadetlerle ilgili “ahlak” değil “âdâb” kavramı kullanılır. “Namaz ahlakı” denilmez, fakat “namaz âdâbı” denilir.

İslam filozofları Yunan düşüncesini de özümseyerek, İslam ahlak sistemini şu üç başlık altında telif ve tasnif etmişlerdir:

  1. Tedbiru’l-Mütevahhid: Şahsiyet ahlakı.
  2. Tedbiru’l-Menzil: Aile ahlakı.
  3. Tedbiru’l-Medine: Devlet ahlakı.

Birincisi konusunda en özgün eseri büyük İslam filozofu İbn Bâcce vermiştir: Tedbiru’l-Mütevahhid. O “şahsiyet”i mutevahhid kavramıyla karşılamıştır. Üçüncüsü için Farabi müstakil bir eser kaleme almıştır: el-Medinetu’l-Fadıla(Fazilet Devleti). Bu üçünü birden en güzel özetleyen eser ise bir Osmanlı müellifi olan Kınalızade Âlî Çelebi’ye aittir: Ahlak-ı Âlâi.

Yunan uygarlığında ahlak nazariyeleri

Yunan düşüncesinin merkezi kavramı ‘mutluluk’tur. Bununla maksimum mutluluk anlaşılırdı ve Farabi’nin tanımına göre “mutlak güzellik” anlamına gelirdi. Buna ulaşmanın tek yolu da, ilimlerin en güzeli olan felsefe idi. Mahlûkatın en efdaline ilimlerin en efdali gerekirdi. En yüksek mutluluk “kendini bilmek” ile bulunurdu. Esasen “Kendini bil” cümlesinde anlamını bulan felsefenin kaynağı Yunan değil Eski Mısır idi. Zira başta Teb Mabedi olmak üzere eski Mısır mabedlerinin kapı alnında “Kendini bil!” yazıyordu.

Eflatun’a göre üç güç vardı: Şehevi güç, gazap gücü, akli güç. Yine Eflatun’a göre her gücün bir erdemi vardır. Şehvetgücünün erdemi “iffet”, gazap gücünün erdemi “cesaret”, akıl gücünün erdemi “hikmettir”. Bu üç gücün bir insanda dengeli bir biçimde bulunmasına ise “adalet” denir.

Fazilet, Aristo’ya göre iki aşırılığın (ifrat-tefrit) arasındaki denge noktasıdır. Hikmet, sefahat ile ahmaklığın ortası, iffetaçgözlülük ile iştahsızlığın ortası, cesaret korkaklık ile feveranın ortasıdır. Adalet ise, zalimlik ile mazlumluğun ortasıdır.

Yunan mirası olan “saadet”e ulaşan yöntem ikidir: Biri Farabi, İbn Sina, İbn Bacce, İbn Tufeyl’in benimsediği “ittisal” yöntemi, diğeri İbn Seb’in, İbn Arabi, Sühreverdi vb. gibilerin benimsediği “işrak ve sudur” yöntemi. İttisalciler ve özellikle Farabi, saadet’in şartı olarak el-Medinetu’l-Fadıla (Erdemli Site)’yi gösterir. Fakat onun nazariyesi de ahlak anlayışı da birey üzerinde yükselir. İşrakçiler ise fenâ (yok oluş) ahlakını mutluluğa ulaşmanın tek yolu olarak görürler. Bu da “nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi” ile olur.

Yunan düşüncesinin merkez kavramı olan “saadet”in ait olduğu merkezi değer olan “adalet” (dike) kavramının ilham kaynağı “cosmos”tur. Cosmos’un harikulade düzeni ve işleyişi “adaletin” eseridir. Cosmos, bu harikulade düzenini tesadüfe ve tecavüze meydan vermemesine borçludur. Her şeyin bir yeri vardır ve her şey yerine razıdır. İşte adalet budur. Hiçbir şey bir başkasının yerine geçemez.

Farabi, mutluluğun şartı olarak el-Medinetu’l-Fadıla’yı öngörürken Yunan’ın bu düşüncesine yaslanır. Yunan sosyal yapısı da, tıpkı kâinat gibi statik, mekanik ve sabittir. Tabakalar arasında geçiş yoktur. Yunan toplumu üç tabakadan oluşmaktadır:

  1. İşçiler ve çiftçi üreticiler. Bunlar ya köledirler, ya da en aşağı kasta mensup yarı köle ve kadın vs.
  2. Askerler ve güvenlik güçleri.
  3. Filozoflar. Eflatun, bu site örneğini insanın üç gücüne uyarlar: 1. Şehvet kuvveti: Şehveti köreltmek için üreten kölelere tekabül eder. 2. Gazap kuvveti: Güvenlik güçlerine tekabül eder. 3. Akıl/nutk kuvveti: Yönetici seçkinlere tekabül eder. Dolayısıyla, adalet her sınıfın kendi yerine razı olması ve ona boyun eğmesiyle sağlanır.

Bu “sen kölesin, köle kal”ın Eflatun’casıdır. Karşısında tir tir titreyen bir bedeviye “Ne titriyorsun be adam! Ben de senin gibi kuru et yiyen bir kadının oğluyum!” diye uyaran Hz. Peygamber’in adil yaklaşımından hayli farklı bir “adalet”tir Yunan filozoflarının zihnindeki adalet.

 

Netice

Modern dünyanın bir ahlak bunalımı yaşadığı, kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Zira modern dünya fiyat merkezli bir dünyadır. Bunun zıddı “değer merkezli bir dünyadır” ki, böyle bir dünya ahlak olmaksızın kurulamaz.

Batı sömürgeci geçmişi yüzünden ahlak trenini kaçırmıştır. Ahlak yoksa adalet de, özgürlük de, güvenlik de yoktur. Bugün yaşadığımız hercümerç bunun isbatıdır.

Modern Batı’nın üç uknumu üç ahlaksızlık üzerinde yükselir: 1) Ulus Devlet, siyasal ahlak yoksunluğu üzerine; 2) Sekülarizm, emanet ahlakı yoksunluğu üzerine; 3) Modern bilimler, bilgi ahlakı yoksunluğu üzerine.

Seküler ahlak imkânsızdır. Zira bir ahlak sistemi ancak aktif bir vicdan üzerine inşa edilir. İdeolojilerin vicdanı harekete geçirmek gibi bir amaçları yoktur. Dahası, ideolojiler asla bir vicdan inşa edemezler.

Güce tapılan bir dünyada ahlak olmaz. Modern batının gücü nasıl tanrılaştırdığını Nietzsche’nin Der Antichrist’inden (Deccal) yaptığımız şu alıntı açık seçik ortaya koyar:

“İyi nedir? – İnsanda güç duygusunu, güç istemini, gücün kendisini yükselten her şeydir.

“Kötü nedir? Zayıflıktan doğan her şeydir.

“Mutluluk nedir? Gücün büyüdüğü duygusu, bir engelin aşıldığı duygusudur.

“Doygunluk değil, daha çok güç; genel olarak barış değil, savaş; erdem değil, yetenek.

“Zayıflar, nasibi kıt olanlar yıkılıp gitmelidir: bizim insan sevgimizin baş ilkesi budur. Ve onlara bunun için de yardım (?!) edilmelidir.”

Pozitivist ve materyalist modernizm ahlaksızdı. Görececi ve “herkes haklı”cı postmodernizm ise ahlak düşmanıdır.

Modern çağda yükselen değer ahlaktır. Zira bir şey ne kadar azalırsa, değeri o kadar yükselir.

Müslümanların ahlakını dört şey bozmuştur:

  1. Taassup: Taassup, değerlerin yerine kendisini ikame ettiği için ahlak bozucudur. Taassup aklı atıl hale getirir. Aklın atıl olduğu yerde ahlak aktif olamaz.
  2. İstibdat: İstibdat, toplumun ahlakını bozar. “Zor oyunu bozar” derler. Bizce yanlış. Doğrusu “Zor ahlakı bozar” olmalıdır.
  3. Taklit: Taklidin olduğu yerde şuur aranmaz. Şuurun atıl olduğu yerde her türlü ahlaksızlık hem de “ahlak” adı altında işlenir. Bir davranışın ahlaki olmasının ilk şartı şuurlu olmasıdır.
  4. Dünyevileşme: Servetin bir emanet değil mülkiyet olduğu anlayışına dayanır. Dünyevileşen insan artık “sahip olan” değil “ait olan” insandır. Dünyanın nesnesi haline gelende ahlak aranmaz.

İslam insanlık için “ahlakın ölmediğini” müjdeleyen tek öğretidir ve umuttur. Zira İslam’ın tüm emir ve yasaklarının maksadı bir “ahlak sistemi” inşa etmektir.

İslam nifakı yasaklar; zira nifak iman ahlaksızlığıdır.

İslam tesettürü emreder; zira tesettür bir ilişki ahlakı inşa eder.

İslam serveti mülkiyet değil emanet görür; tersi servet ahlaksızlığıdır.

İslam siyaseti liyakat ve ehliyete bağlar; zira güç ahlakı ancak böyle inşa edilir.

İslam emeğe saygıyı ve hakka riâyeti emreder; iş ahlakı böyle inşa edilir.

Ahlaki değerler insanlığın oturup da yeniden icat edeceği değerler değildir. Bu değerler insanın fıtratına Allah tarafından yerleştirilmiştir. Onlara Kur’an ma’ruf, onları yıkan karşı-değerlere de münker adı veriyor. İnsanın fıtratına nakşedilmiş olan bu değerlerin önce keşfi sonra inkişafı gerekir. Bu da yarattığı insanı en iyi bilen Allah’ın kılavuzluğu ile gerçekleşir.

Vahiy, işte o ilahi kılavuzluğun ta kendisidir.

 

Yorum Yaz