İmandan mahrum akıl nerede yanılıyor? (III)

İlk iki yazıda, Ege Cansen’in “İslam nerede yanılıyor?” başlıklı yazısından yola çıkarak, “bilimperestlik”in (Pozitivizm) bu ülkedeki ve Avrupa’daki seyrü seferine değinmiştik.

Son iki yazıdaysa, yine aynı yazarın adı geçen makalesi ekseninde, pozitivist aklın İslam’a bakışını ele alacağız. Hemen belirtelim ki, Yeni Şafak’taki köşesinde, Hayreddin Karaman hocamızın söz konusu yazarın İslam’a bakışını ele alan iki yazısı yayımlanmıştı. Bizim bu ve müteakip yazıda söyleyeceklerimiz, hocamızın yazılarına ancak bir “zeyl” ve “haşiye” makamında addedilmelidir.

Gelelim, bu ülkede, devletin teşvik kredisiyle serada yetiştirilen pozitivist aklın, bir kalemde ne kadar yanlış yapabilme becerisine bir numaralı örnek teşkil eden satırlara: Önce, “din”i tarif etmeyi es geçeceksiniz. Ya beceremediğinizden, ya bilmediğinizden… (Biz tarif edelim mi: Din, içkin ve mukayyet varlık olan insanın aşkın ve mutlak gerçeklikle bağlantı kurmasını temin eden ontolojik (“ideolojik” değil) müessesedir.) Fakat tarif etmediğiniz “din” üzerine, bir güzel ideoloji tarifi oturtacaksınız. Diyelim ki, “beğendili Elbasan kebabı” der gibi, “dinli ideoloji” tarifi çıkarmak istiyorsunuz, bunu nasıl yapabilirsiniz? Herhalde şu satırlar, bu “karışığın” en tipik örneğidir:

“Bütün dinler, netice itibariyle birer ideolojidir. İdeoloji, insan yapması fikirleri, tanrısal kanunlar, yani doğal bilim haline dönüştürme disiplinidir. Dinler, zaman, mekan ve konu eksenlerinde, insanın aklına gelebilecek her sorunun cevabını bildiğini iddia eder.”

Bu satırların yanlışını düzeltmeye bunun gibi on köşe yetmez. Fakat İslam’ı da “dinlerden bir din” gibi algılayan bu akıl, inanmasa da içinde yaşadığı bu toplumun değerlerine ne kadar yabancı, ne kadar bilgisiz! İslam, bir “religion” değil, insanın Allah’a karşı esas duruşudur ve insanlığın değişmez değerlerinin tamamını içerir.

İşi bu kadar karıştırmışken, burada durulur mu? Nasılsa Allah, bir kalem bir de köşe vermiş ve “Yaz ya kulum!” demiş. Siz, dinle ideolojiyi akıl mikserinde bulamaç yapmakla yetinmezsiniz. “Genelleme” yaparak başladığınız işi, keskin bir “indirgemeyle”, dinli bir ideoloji tarifinize Hıristiyanlığı -yer mi, yemez mi demeden- giydiriverirsiniz:

“Hıristiyanlık, asırlarca bilime karşı savaşmıştır. Küstahlığını, cehaletini ve zulmünü, dünyanın döndüğünü iddia eden, yani bir ”tanrı yasasını” tebliğ (!?) eden bir bilim adamını susturamayınca, onu öldürmeye kadar götürmüştür (Galile’nin bilimsel dürüstlüğünün tahlilini bilim tarihçisi Feyerabend’e bırakıyorum SH.). Hıristiyanlık, bilimle girdiği her çatışmayı kaybetmiş; hakimiyet alanlarını birer birer terk etmiştir.”

“Küstah, cahil ve zalim” olan Hıristiyanlık mı, Hıristiyanlar mı, Batılılar mı? İş yine karıştı galiba? Doğulu Hristiyanlarla karşılaştırmaya ne dersiniz? Peki, bilimin galibiyetinden sonra Batı’daki küstahlık ve zulümleri nereye koyalım? Ya “bilim kilisesi”nin Naziler’in emrinde yaptıklarına ne ad verelim? Pozitivistlerin diline Feyerabend’in sürdüğü acı biber, bu aklın Batı’daki türdeşlerinin dilini lâl etti. Batı’da ölen bizde niçin hortlar, bilene aşk olsun.

Doğrusunu söyleyelim: Batı bilimi (başka “bilimler” de pekala mümkün), sadece Hıristiyanlığa değil, tüm dünyaya boyun eğdirmiştir. Dürüst olalım; bilim bunu, herkes için daha iyi bir hayat ürettiği için değil, daha öldürücü silahlar ürettiği için “başarmıştır”.

Peki, Hıristiyanlığı yenen bilim ne yapmıştır? Hıristiyanlığın yaptığından bin beter bir tahakküm kurarak kendi “seküler-ideolojik engizisyonunu” oluşturmuştur. “Bilim-devlet” birliği, “kilise-devlet” birliğinden daha beter bir “bilimsel teokrasi” doğurmuş, “bilim totalitarizmi” baş göstermiştir. Bilim ne zaman “tek doğru”, “tek mürşit” olma iddiasına girmişse, orada artık “bilim”den değil, “haddini bilmez bir ideoloji” ve “seküler paganlık dininden” söz edilmelidir. Bu ülkedeki “resmi yobazlık ve irticaın” hikayesidir bu.

Pozitivist akıl “genelleme” ve “indirgeme”den başka kuş tanımaz mı? Bu satırların ardından yine bir genellemeyle kendince bir “varlık kategorileri” çizmeye girişir: “Tek bir bütün olan evrenin iki katmanı” varmış, Biri “canlılar” ikincisi “cansızlar dünyası”ymış. Aslında öyle de değilmiş; “canlılar cansızlar evreninin alt kümesi”ymiş. “Cansızlar evreninin kanunu canlıları da kapsarmış ama tersi olmazmış”… Eski “amentü”, eski masal…

Pozitivist akıl, yukarıda “dini ideolojiye” indirgemişti ya. Burada da aynı yönde çalışarak, varlığı önce “ampirik” olana, sonra canlısıyla cansızıyla “maddeye” indirgeyiverdi.

Kur’an bu akla “küstah” (mütekebbir) ve “savruk” (îfak; yu’fekûn) diyor. Siz söyleyin, haksız mı Kur’an? Müslüman mahallesinde “pozitivizm” satan bu akıl, “lahuti ve nasuti” (hadi yenileştirerek söyleyelim “aşkın ve içkin”) diye bir kategori duydu mu? Nasuti’nin de “Madenler, bitkiler (yani gül, kokan ve açan toprak değil), hayvanlar (köpek, havlayan lahana değil) ve insanlar (insan, konuşan köpek değil)” diye dört kategoriye ayrıldığını bilmez mi? İşte materyalist pozitivizm, bütün bu kategorileri en alt kategoriye indirgemek istemektedir.

Hani, tıpkı Batılılar’ın “insan”ı ille de “hayvan”dan yola çıkarak anlamaya çalışan önermeleri gibi: “İnsan düşünen hayvandır” (Descartes), “İnsan alet kullanan hayvandır” (Marx), “İnsan isyan eden hayvandır” (Camus), “İnsan hisseden hayvandır” (Gide), “İnsan sosyal hayvandır” (Durkheim)… Unutmayın; nasıl tanımlarsanız, o kadar değer yüklersiniz.

Nasıl bir akıl bu? İslam insana (“Hz. İnsan”a) “keramet” ve “eşrefiyyet” yüklerken, bu akıl insanı, en aşağı niteliği olan hayvanlığına indirgeyen bir bakış sunuyor. Tıpkı sarayı tuvaletine, bedeni bağırsağına indirgeyen hasta bir akıl gibi. Köpeklere insanı tarif ettirseniz, ne derdi: “Et ve kemik”. İnsan bu mu?

Yukarıdaki satırların sahibi olan pozitivist akıl bu soruya, “Hayır, bundan daha aşağısı!” diyor; yani insanı elementer kökenine indirgiyor. Tıpkı Mekkeli pagan gibi (Bkz. Kur’an: 36.78; 17.49). İşte bu noktada pozitivizm, insana yöneltilmiş en büyük hakaret olup çıkıyor.

Neydi o koca yalan: Bilim din kapısından sığmaz, din bilim kapısından sığarmış! Peh!

Yorum Yaz