İlim dindir, din ilimdir

Görünmeyi bilmenin önüne, bilmeyi ise olmanın önüne koyan modernlerin aksine, olmayı bilmeye ve görünmeye önceleyen bir akla dünya her zamankinden daha fazla muhtaçtır.

İlim nedir?

Bir önceki konu olan takva, bir “bilinçlilik” hali idi. Ama o bilince ulaşmak için ‘ser-maye/ana-maya’, yani ‘yakıt’ gerektir. İşte ilim insanı o bilince ulaştıran ‘ser-maye’, yani yakıttır. Bu yüzden bilgi olmadan bilince ulaşılmaz.

Bir medeniyeti, o medeniyetin kurucu aklı üretir. Medeniyetleri birbirinden ayıran şey, kurucu aklın bilgiyi nasıl tanımladığıdır. Peki, İslam medeniyeti bilgiyi nasıl tanımlamaktadır?

Bu sualin İslam tefekküründeki üç bilgi sistemine nazaran üç ayrı cevabı vardır. Bu sistemler Beyan, Burhan ve İrfan bilgi sistemleridir. Önce Beyan bilgi sistemine göre yapılan tariflere bakalım.

Dilci İbn Faris Mekâyîs’inde, illî değil gâî bir tarif yapar: el-İlmu yedullu ‘alâ eserin bi’ş-şey’i yetemeyyezu bihi ‘an ğayrihi: “İlim bir şeyi ondan olmayandan ayıran iz, alamet ve işarete delalet eder.” Bu tarife göre ilim temyiz ve tercih, yani seçip ayırmaktır. Bilgi doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, adaleti zulümden, ıslahı ifsattan ayırmamıza yarayan zihin faaliyetidir.

Kelamcı Cürcani, et-Ta’rifât’ında ilmi şöyle tarif eder: el-i’tikâdu’l-câzim mutabık li’l-vakı’: “Vakıaya uygun kesin kanaat.” Buna göre ilim bir şeyi kendi mahiyeti üzere idrak etmektir. Bilenin bilgisi bilinenin hakikatiyle örtüşmüyorsa, o “ilim” olmaz. Fakat İhsâu’l-‘Ulûm sahibi Tehânevi bunun aksine “İlim mutlak idraktir” der. İster doğru ister yanlış olsun, bildiklerimizin tamamı ilimdir ona göre.

Rey ehli fıkıhçı Ebu Hanife “ilim, kendisiyle amel edilen bilgiden başka nedir ki?” der. Bu, ilmi sonucundan yola çıkarak tarif etmektir. Bu tarif, Ebu Hanife’nin mesleğiyle de örtüşmektedir Gazzali de benzer bir yol izler, fakat ayrı bir kulvardan konuşur: “İlim nefsin ibadetidir. İlim kalbin ahlaki pisliklerden taharetiyle vaki olur.” Bu tarifi yapan Gazzali kelamcı yanıyla değil sufi yanıyla konuşmaktadır.

Beyan ehlinin tarifleri arasında ortak bir nokta bulamadım. Belki var da ben görmedim. Gelelim Burhan ehlinin tariflerine:

Farabi, Fususu’l-Hikem’inde, Yeni Eflatunculuğa yakın bir tarif yapar. Onun tarifi, daha çok işin “ne” sorusuyla değil “nasıl” sorusuyla alakalıdır: “Bilinebilir şeyler ilahi tecelli sayesinde ruhta yansır. Ruhu bu bilinebilir şeylerin geçmesine elverişli hale getiren aklın bu bilgiyi edinmede kaynaklık rolü yoktur, sadece ayna görevi görür. İdrak bir intibadır. Balmumu, üzerine basılana kadar mühre yabancıdır. İmajı idrak ettiği anda insan onunla ilgili bilgi elde etmiş olur.” İbn Sina, buna bir ilave yapar ve der ki: “İlim kesin delile dayanırsa hikmet olur.” Zan ve yakin ayrımı İbn Sina’da ilim ve hikmetle karşılık bulmaktadır sanki.

İbn Rüşd ilme net bir tarif getirir: Zannun lâ yeteğayyer: “Değişime uğramayan zan.” Bize bu “ilmin” değil “malumatın” tarifi gibi geldi. İlim ile malumat arasında hüküm ile hikmet arasındaki fark kadar fark var. Hüküm doğru da olur yanlış da, fakat hikmet doğru olan hükümdür ve istisnası yoktur. Bunun gibi malumat sahih de olur yalan da, ama ilim sahih olan bilgidir. İbn Rüşd bir başka yerde “nasıl” sorusuna cevap sadedinde “İlim bilinenlerin sûretinin nefiste hâsıl olmasıdır” der. Ona göre her ilim ya tasavvurdur ya tasdiktir. Ya zandır, ya yakindir. Tasavvurdaki ilim kavranmamış, tasdik edilmiş ilimse kavranmıştır. Buradan şu çıkar: Tasavvurdaki ilim söz kalıplarına, yani kavramlara dökülmemiştir. Fakat tasdikteki ilim söz kalıplarına, yani kavramlara dökülmüştür. Bunun bir adım ötesi de imandır. İman bildiği şeyden kalbin kesinlikle emin olup yatıştığı şeydir.

İslam Burhan semasının son büyük yıldızı “hareket-i cevheri” okulunun kurucusu Molla Sadra ilmi şöyle tarif eder: “Boyut sahibi maddeden bağımsız olarak mücerret varlıktan ibarettir.” Bu tarif klasik varlık tasnifiyle birebir uyuşmaktadır: Bir şey hakkındaki bilgimiz, o şeyin “zihni varlığı”dır. Bundan ayrı olarak iki varlığı daha vardır: Kendi zatındaki hakiki varlığı ve söze dökülen lisani varlığı.

İrfan bilgi sisteminin temsilcilerinden Hâkim Tirmizi, kendisinden beklendiği gibi ilim ile keşif arasında bağ kurar: “İlim ru’yet ile birleşince gayb sahibi için ayan açık olur.” Ebu Ali Sekafi “İlim, cehaletten kalbi dirilten hayattır” der. Sûfî Gazzali “İlim ağaç, amel meyvedir. İlim meleke haline gelirse insanda zenaat ve meslek olur” der.

Bu meslek erbabından kimileri ilme sembolik izahlar da getirmişlerdir. Mesela ‘ilm kelimesini oluşturan ‘ayn-lam-mimharfleri şu üç şeyin sembolüdür: İlliyyin-Lütuf-Mülk. Zira bilgi sahici krallıktır, sahibini halk üzerinde melik kılar. Bir başka sembolik yorum denemesinde bu üç harfin karşılığı, izzet-letafet-muhabbet olarak kodlanmıştır.

Görüldüğü gibi her üç bilgi sistemi mensupları da, kendi durdukları yerden ilmi tarif etmektedirler. Şu halde bu tariflerin tümünün de ilim hakkında, hakikatin tümünü değil bir parçasını ifade ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İlim bunların hepsi, hatta daha fazlasıdır.

Konuyu ilmin lugavi tarifini yaparak toparlayalım: ‘Ilm (ilim), tasavvur ya da tasdik, kesin veya değil, düşüncede kalsın veya dile gelsin; mutlak olarak bir şeyi idrak etme halidir. İmam Rağıb ilmi “Bir şeyi hakikatiyle idrak etmek” diye tarif eder. Bayrağa, seçip ayırma sembolü olduğu için ‘alem denilmiştir. Üst dudağı ikiye bölen noktaya da ‘alem denilmiştir. “Dağlara”, mekân belirlemede miyar olarak kullanıldığı için a’lâm denilmiştir. ‘Alâmet, ayrıma ve temyize yarayan “işaret, belge” demektir.

İlim tasnifleri

  1. Ezeli ilim: Allah’ın ilmidir. Allah’ın bir şeyi bilmesi için o şeyin varlığı şart değildir. Doğru cümle “O var olanı bilir” değil, “O’nun bildiği var olur” şeklindedir. Allah’ın ilmi “mutlak ilim”, gerisinin ilmi “mukayyet ilim” olarak da tasnif edilmiştir. İlki malumun varlığına bağlı değildir, ikincisi ise malumun varlığına bağlıdır.
  2. Vehbi ilim: Tabiatın, hayvanların ve insanın hayvani/biyolojik tarafının ilmidir. Zira bunlara var oluş amaçlarına ilişkin bilgi yaratılıştan yerleştirilmiştir. Eşyanın tabi olduğu ilahi yasalar da bu bilgi cümlesindendir.
  3. Müktesep ilim: Görünen ve görünmeyen tüm akıllı varlıkların bilgisi bu türdendir. Zira aklın var oluş amacı bilgiyi keşfetmek (keşf), onu elde etmek (ahz) ve üretmektir (inkişaf).

Bilgi huduri ve husuli olarak da tasnif edilmiştir. 1. Huduri bilgi, varlığa yaratılıştan yüklenen bilgidir. İnsan elinin, ayağının, ağzının, gözünün, kulağının ne işe yaradığı bilgisini sonradan öğrenmez. Bunlar huduri bilgidir. İnsan aklını kaybetse bile bunların bilgisini kaybetmez. Mesela hiçbir deli yürümek için ellerini kullanmaz. Yemeği burnuna götürmez. 2. Husuli bilgi ise, sonradan kazanılan bilgidir. Öğrenme, gözlem, tecrübe vb. gibi yollarla kazanılan tüm bilgiler bu kısma girer. Talim/öğrenim husuli bilgiyi elde etmek, terbiye/eğitim ise huduri bilgiyi doğru kullanmak içindir. Husuli bilgi, ısrar ve tekrar ile zaman içinde meleke haline gelip huduri bilgiye dönüşebilir. Nübüvvet husuli bilgidir. Ancak insanın emeğiyle değil, Allah’ın bahşetmesiyle elde edilir.

Konularına göre ilim şer’i ve akli diye ikiye ayrılır. Şer’i ilimler sem’iyyata, yani bir peygamber aracılığıyla indirilen vahiyden süzülüp gelen ilimlerdir. Akli ilimler ise akliyata dayanır. Her ikisinin konusu da Kur’an’da “âyet” olarak geçer. Müfessir sözlü âyetleri tefsir eden âlim, biyolog canlı âyetleri tefsir eden âlim, fizikçi cansız âyetleri tefsir eden âlimdir.

Allah Alîm’dir

Kur’an’da yer alan esma-i hüsna içerisinde ‘ılm kökünden üç mübarek isim yer alır: Alîm, Âlim, Allam. Aynı kökten esma-i hüsna içerisinde üç ismin yer almış olması, Allah’ın ilme verdiği değerin göstergesidir.

“Allah’ın ilmi” ile “kulların ilmi” arasında Allah ile kul arasındaki fark kadar fark vardır. İlahi bilgi ile insani bilgi arasındaki farkları, klasik kelam okullarının mezhebi taassubuna düşmeden, şöyle özetleyebiliriz:

  1. Allah’ın bilgisi bilinenin varlığına bağlı değildir, kulun bilgisi bilinenin varlığına bağlıdır.
  2. Allah’ın bilgisi bizatihi bilgidir, kulların bilgisi kazanılmış bilgidir.
  3. Allah’ın bilgisi zamana bağlı değildir, kulların bilgisi zamana bağlıdır.
  4. Allah bilmek için duyulara ve fikre ihtiyaç duymaz, kullar duyar.
  5. Allah’ın bilgisi kalıcıdır, kulların bilgisi geçicidir.
  6. Allah’ın bir şeyi bilmesi bir başka şeyi bilmekten alıkoymaz, kullar bunun aksidir.
  7. Allah’ın bilgisi sonsuzdur, kulların bilgisi sonludur.

Allâmemübalağası, bilgisinin çokluğunu ifade için kullandığımız bir övgü kalıbıdır. Bu kalıpla ifade ettiğimiz övgümüz, övdüğümüze fazla gelebilir. O içini dolduramayabilir. Fakat alîm bunun tersidir. Alîm kalıbındaki övgünün biz içini dolduramayız. Allâme mübalağa kalıbı “övülenin aczine”, alîm mübalağa kalıbı ise “övenin aczine” delalet eder.

Muallimde Allah için kullanılmaz. Zira muallim, öğrettiği ilmi talim ile öğrenene denir. Allah öğrettiği ilmi talim ile öğrenmez ki “muallim” olsun. Peygamberler muallimdir. Zira öğrettikleri ilmi melek aracılığıyla Allah’tan talim ederek öğrenmişlerdir.

Allah için ârif ismi de kullanılmaz. Zira ârif, marifete ermeden önce cahildir. Cehaletin ardından edinilen marifetin sahibine ârif denilir. Mârifet ile ilim arasındaki fark da böyledir. Mârifet bir şeyi diğerlerinden ayıran özü bilmektir. İlimise özü bilmeye hasredilemez. Yani her marifet ilimdir, fakat her ilim marifet değildir.

İlimile yakîn arasında da fark vardır. İlim, bir şeye aklın yatmasıdır. Yakîn ise bir şeye kalbin yatmasıdır. Yakînin ism-i faili olan mûkin, kuşkunun yerini kesin kanaatin aldığı kimse için kullanılır. Zira îkânşekk’in mukabilidir.

İlimile şuur arasında da fark vardır. Şuur çok ince bir dikkat ile elde edilen, hassaslık katsayısı çok yüksek bilgi demektir. Arpaya şa’îr denmesi, buğdaydan farklı olarak ucundaki kıl gibi uzantı dolayısıyladır. Saça “ince” olduğu için şa’r denmesi de böyle. Şiir, sözün “inceliğine” dayalı bir sanat olduğu için bu ismi almıştır. İki şey arasındaki ince farkıkavrayamayana “şuursuz” denilir.

Kur’an’da ilim

İlim (‘ılm) Kur’an’ın birkaç merkezi kavramından biridir. Türevleriyle birlikte Kur’an’da yaklaşık 900 yerde kullanılır. Allah’ın, ilim kavramını ilahi vahyin merkezine yerleştirmesi, insanlık için inkılâp mesabesinde bir rehberliktir. Bu, İslam Medeniyeti’nin yükseliş çağlarında ilimde kaydettiği gelişmenin de referansıdır.

Kur’an’ın ilme verdiği değer, gerçekten de üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur. Zira genel kanaat ilahi mesajların ağırlıklı konusunun “iman” olduğu yönündedir. Oysa ki Kur’an’ın ağırlıklı konusu “ilim”dir. Kur’an yüzlerce kez ilme vurgu yapmakla, ilim merkezli bir imanı hedeflemektedir. İbn Abbas imanın dört unsurdan oluştuğunu söyler: Marifet, tasdik, ikrar ve amel. Marifet, imanın ilim boyutunu ifade eder. Bu dört unsurun temeli marifettir ve marifet cehalete değil ilme istinat eder.

Kur’an’ın ilme verdiği değeri görmek için o kadar derin araştırma yapmaya gerek yok. Kur’an’dan ilk inen beş âyete bakmak kâfidir. Kur’an’dan ilk inen beş âyetin konusu ilimdir. Alak Sûresi’nin ilk beş âyetinde iki kez “oku” emri, iki kez Allah’a isnatla “O öğretti (alleme)” fiili, bir kez insana isnatla “bilmedi” fiili, bir kez de öğrenme nesnesi olan “kalem” geçer. Bu âyetlerin içerisinde yer alan tek ilahi isim vardır: “terbiye eden” manasına gelen Rab. Terbiye talimin ayrılmaz parçasıdır, hatta zeminidir. Özetle ilk inen âyetlerin konusu “ilim”dir. Bu, insanlığın en temel probleminin “bilgi problemi” olduğunu gösterir.

Ma’rifet, şuur, idrak, ihsas, ‘akıl, va’y, der’gibi Arapça kelimeler de “bilgiye dair kelimeler” gurubuna girer. Fakat Kur’an’da yer alan bu kelimelerin, ilahi bilgi için hiç kullanılmayıp beşeri bilgi için kullanılması manidardır.

Kur’an’ın ilim tarifini Fatır Sûresi’nin 28. âyetinden çıkarabiliriz: “Allah’tan layığı veçhile ancak âlim olanlar haşyet duyarlar.” Bu âyetten yola çıkarak Kur’an’a göre “ilim, haşyettir” sonucuna varabiliriz. Haşyet sermayesi bilgi olan korkudur, havf ise sermayesi cehalet olan korkudur. Kişi karanlıktan havf duyar, Allah’tan haşyet duyar. Onun içindir ki havf korkanın güçsüzlüğünden dolayı duyulan his, haşyet ise korkulanın azametinden dolayı duyulan hisdir. İnsan Allah’ın büyüklüğünü ve azametini bilirse, ondan haşyet duyar.

Fatır 28’i teyit eden bir âyet de Zümer 9’dur. Vaizler, bu âyetin içinde geçen bir cümleyi çok sık kullanırlar: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” İyi de, neyi bilenlerle bilmeyenler? Kur’an burada bilenleri bilmeyenlere üstün tutarken, her türlü ‘malumatı’ mı kastetmektedir? Elbette ki değil. Kur’an burada bilginin cehalete, âlimin cahile üstünlüğünü tescil ederken, uzun olan âyetin girişinde bilgiyi de tanımlamış olmaktadır: “Yoksa o kişi kendisini, gece yarılarında secde ve kıyam ile Allah’a boyun eğen, ahirete dair endişe taşıyıp Rabbinin rahmetini uman kimse ile bir mi tutuyor? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bu tanıma göre bilginin sahibine kazandırdığı üstünlük o bilginin ‘epistemik’ (ilmî) değerinden kaynaklanmamakta, bilakis ‘ontolojik’ (fıtri) katkısından kaynaklanmaktadır. O katkı da insanın varoluşsal duruşu olan ‘kulluk’ görevine katkısıdır.

Öyle anlaşılıyor ki Kur’an akleden kalpte damıtılıp, ahlaka dönüşmeyen bilgiye “ilim”, sahibine de “âlim” demiyor. Her şeyin bir ruhu vardır. Aklın ruhu ilim, ilmin ruhu haşyettir. Sahabe içerisinde gerçek bir âlim olan Hz. İbn Mes’ud “İlim çok hadis rivayet etmek değil, çok haşyet sahibi olmaktır” derken, Kur’an’ın tarifine atıf yapıyordu. Hz. Ali insanları ikiye ayırıyordu: Dini rivayet edenler ve dine riayet edenler.

Kur’an haşyet’i esas almakla, ahlaki davranışı sadece ilmin sonucu olarak sunmadı. Aynı zamanda ahlakı ilmin sebebi olarak da takdim etmiş oldu. Bu nedenledir ki İslam aklında ahlaktan ilme varılır. Yunan-Batı aklında ise ilimden ahlaka varılır. Efendimizin “Faydasız ilimden sana sığınırım!” duası, ahlaktan ilme varmanın ifadesidir. Bilgi ahlakını bilgiden öne almak, olma durumunu bilme durumuna öncelemektir. Bu ise bilen özne ile bilinen özne arasında diyalog kurmayı gerektirir. Bilgiden ahlaka varmak, bilen öznenin bilineni nesneleştirme ve tanımlaması ile sonuçlanır. Tanımlamak tanımanın önündeki en büyük engeldir. Tanımak hayret ve keşif, tanımlamak tahakküm ve istibdattır.

Kur’an meleklerin insana ‘secdesinin’ sebebini ‘talimu’l-esma’ olarak gösterir. Ta’limu’l-esma, Âdem’e isimlerin öğretilmesidir. Yani insanı meleklerden üstün kılan şey, insanın bilgi üretme kabiliyetidir. Meleklerin aynı diyalog içinde “Bizim senin bize verdiğinden başkaca bir ilmimiz yoktur” demeleri, bilgiyi insanoğlu gibi üretemedikleri anlamına geliyordu. İnsan Allah’tan bilginin sermayesini aldı ve aldığı bu sermayeyi kullanarak bilgiyi üretti. Âdem’e isimlerin öğretilmesini eşyaya isim koyma yeteneği olarak tefsir etmek bu yüzden isabetlidir.

Kilise bilgiye Âdem’i cennetten kovduran “yasak meyve” olarak baktı. Hıristiyan kilisesi Eski Yunan’daki tanrılardan ateşi çalan Prometheus efsanesini aynen Âdem-İblis kıssasına uyarladı. Tanrılardan ateşi çalan Promethe yerine Âdem, ateş yerine bilgiyi (elma bilgiyi sembolize eder), Zeus’un yerine de Âlemlerin Rabbini koydu. Sekülarizmi ve laisizmi ve hatta pozitivizmi ve materyalizmi ortaya çıkaran, kilisenin ilme karşı aldığı bu sakat tutumdur.

Sünnette ilim

Buhari’nin dediği gibi Hz. Peygamber’in mirası ilim idi.

13 yıllık Mekke döneminde her türlü baskı şiddet ve saldırıya rağmen Hz. Peygamber’in karşılık vermemesinin temelinde “bilginin değerini” anlaması yatıyordu. Bunun için ilk yaptığı iş müfredatı Kur’an olan bir okul kurmak oldu: Daru’l-Erkam. Efendimizin kendisi Kur’an’ın ilk talebesiydi. Kur’an ona “nasıl okunacağını”, yani “sahih bilgiye nasıl ulaşılacağını” öğretmişti. O da bunu etrafına öğretmeye koyuldu.

İlmin zıddı cehl idi. Kur’an düşmanı belirlemişti: Cahiliyyet. Bir “kendini bilmezlik” durumu olan cahiliyye, cehaletten besleniyordu. O halde cahiliyyenin beslendiği göbek bağını kesmek ancak ilim ile olabilirdi. Allah Rasulü de bunu yaptı ve mü’minleri Kur’an’ın talebesi yaptı. Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanarak en büyük düşmanının adını “Ebu Cehil” (Cehaletin Babası) koydu.

Muhalefette yapılan iktidarda da sürdürüldü. Medine’ye göçüldüğünde Daru’l-Erkam’ın yerini Daru’s-Suffa aldı. Bedir’de esir düşen müşriklerden bir servet tutarındaki kurtuluş akçesi almak yerine 10 kişiye okuma yazma öğretmesi karşılığında özgürlük vaat edilmesi hiç de sürpriz olmasa gerek.

İslam medeniyetinde ilim ve âlim

Hz. Ömer döneminde ilk mektep açıldı. Okulların tüm masrafları hazineden karşılanıyordu. O dönemde 900 yaşına gelmiş Roma’da bile yoktu böyle bir örnek. Evini okul yapan sahabiler vardı. Camiler öğrenim merkezleri oldu. Mekke, Medine, Basra, Kûfe, Şam, Bağdat, Kahire, Kayravan, Kurtuba, Buhara, Semerkant, Antakya, Harran, Konya, Bursa, İstanbul ilim merkezleri oldu.

Kur’an, indiği toplumu sözlü kültürden yazılı kültüre taşıdı. “Sen malı korursun ilim seni korur” sözünün sahibi Hz. Ali ve ashabıyla başlayan yazılı eser oluşturma alışkanlığı, İbn Abbas ve öğrencileriyle sürdü. Medine’de Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye ile başlayan hür düşünce okulu Hasan Basri ve talebeleriyle Basra’da devam etti. Kufe’de İbn Mes’ud ile başlayan rey okulu Ebu Hanife ile zirvesine ulaştı. Mekke’de İbn Abbas ile başlayan tahkik okulu, Mücahid ve İkrime ile devam etti.

Daha sahabe hayattayken Kayravan’a 10 öğretmen gönderiliyor. İlk üniversite orada kuruluyor. Endülüs’e oradan geçiyor ulema. Müslümanlar kendi dışlarındaki dünyada ilim ve hikmet adına ne bulurlarsa hiçbir komplekse kapılmadan alıyorlar ve kendi boyalarıyla boyuyorlar. Me’mun Devrimi adı verilen İslam medeniyetinin yüz akı “Beytü’l-Hikme” okulu böyle oluşuyor. Yitik hikmetin peşine düşülüyor. Bazen bir servet ödeme pahasına eski eserler bulunup alınıyor ve tercüme ediliyor. Mesela Homeros’un İlyada’sı daha 2. Hicri yüzyılın başında çevriliyor.

Ama sonradan ümmetin üzerine bir ölü toprağı serpiliyor. Kur’an Mushaf’a, tertil tecvide, kıraat tilavete, mana lafza inkılâp ediyor. Tahkikin yerini taklit alıyor. İslam imanının kaidesi tevhid iken, tevhid birlemeyi ve bütünlemeyi gerektirirken, Müslümanlar ilmi din ve dünya ilimleri diye parçalara ayırdı. Din ilimsiz kalınca ilim de dinsiz kaldı. Dindarlık cahillerin, velilik zahidlerin tekeline geçti. Oysa Şafii “Ben âlimden başka veli bilmiyorum” diyordu.

Sonuç: İlim mukaddes bir emanettir

Modern dünyada bilgi ahlaktan ve Allah’tan koparıldı. Bilgi ahlaktan mahrum kalınca kirlendi ve zehirlendi. Zehirlenen bilgi zehirler. Ahlaksız bilgi de sahibini zehirlemeye başladı. Oysa bilgi Allah tarafından insana verilmiş “mukaddes emanet” idi. Bilginin sermayesini insanoğluna Allah vermişti. Fakat insan bu sermayeye ihanet etti. Zehirlenen bilgi adaleti ve erdemi değil, sömürü ve tahakkümü getirdi. Batı bilimi daha iyi bir hayat ürettiği için değil, daha ölümcül silahlar ürettiği için üstün oldu.

Bilgiyi ahlaka, ahlakı Allah’a arz etmek Müslümanların görevidir. Müslümanlar tevhid ve adalete dayalı bir bilgi sistemini vahiyden yola çıkarak yeniden üretmekle sorumludurlar. Görünmeyi bilmenin önüne, bilmeyi ise olmanın önüne koyan modernlerin aksine, olmayı bilmeye ve görünmeye önceleyen bir akla dünya her zamankinden daha fazla muhtaçtır.

Cahil dindarlık taassup ve dalalet üretir. Cahilin dindarlığı arttıkça sapması da artar. Bilgiyi dindarlığın ve dinin temeline bu dinin sahibi olan Allah yerleştirmiştir. O halde konuyu özetlemek yerinde olacaktır: Hakikatte ilim dindir, din ilimdir.

 

Yorum Yaz