Rol almak – rol çalmak

Hegemonik güç, “bireycilik-laisizm-ulus devlet” teslisine dayalı eski filmi vizyondan çekip, yenisini vizyona sokmak istiyor.

Bunun için yeni bir senaryo yazdı ve şimdi onu uyguluyor. Eski senaryoda iş verilenlerden bir kısmı yeni senaryoda işsiz kalacak, bu kesin. Bunların başında bizim militan laik-Kemalist takımı geliyor.

Yüzyılın ilk çeyreğinde ihalenin kendilerine kalması tesadüf değildi. Batılılar 2. Meşrutiyet’ten sonra Batıcılara yatırım yaparken alternatifli çalışmaya özen göstermişti. Hatırlayalım: Selanikçiler-Manastırcılar, Almancılar-İngilizciler, İttihatçılar-itilafçılar, mandacılar-karşı mandacılar vs… İngilizlerin yoğurt yeme tarzı Amerikalılardan farklıydı. İnce, sofistike ve daha tilkice. “Kahraman yaratma” operasyonu İngiliz tarzıydı. Şimdi de işgal altındaki Irak’ta Amerikan tarzıyla İngiliz tarzı arasında gizli bir rekabet var. Saddam’dan hîn-i hâcette bir kahraman yaratma hesabı, İngiliz tarzını savunanların işi. Saddam’ın ne büyük bir vatansever olduğunu ispat eden çok gizli (!) konuşmaların basına sızdırılmasının, bu ihtimale yatırım yapmaktan öte bir anlamı yok.

Dün herkesten çok “enternasyonalist” olan Laik-Kemalist seçkinin şimdilerde sahte ve banal bir ulusçuluğa sapmalarının sebebi bu. İşsiz ve işlevsiz kalma korkusu. Kölenin derdi özgürlük değil, kölenin derdi efendiyi başkalarına kaptırma korkusu. Kıta Avrupa’sında kullanıldıkları ve bazen de kullandıkları gizli menfaat şebekelerinin marifeti büyük. Bunların nüfuzunu kullanarak orada becerdiklerini ABD’de beceremiyorlar. Buna fena halde bozuluyorlar. AKP’nin hükümet etmesi, başörtüsü ve yeni projede ‘Ilımlı İslam’a esas oğlan rolü verilmesi konularında malum takımın tezlerine burun kıvrılması bunun delili.

Vizyona sokulan yeni filmin senaryosu, “dinin yerini dinsizliğin alması” üzerine kurulu değil. Bu denenip başarısız olduğu için de böyle olabilir. Belki de hegemonik güç kendisi için “dine dönüşü” seçerken başkalarına göz göre göre “dinsizleşin” demeyi kendine yediremiyor. Daha derinlere inersek, “kuruluş felsefesinden” kaynaklanan saiklerle temel tercihinin bu olmadığı anlaşılıyor. Bu da “Amerikan tarzı”na giriyor.

Senaryo “dine karşı dinsizlik” üzerine değil, Ali Şeriati merhumun ifadesiyle “dine karşı din” üzerine kurulu. İslam’a karşı İslam. Allah’ın İslam’ına karşı, Amerika’nın İslam’ı. Kitab’a uygun İslam’a karşı, kitabına uydurulmuş İslam.

Hem bu yöntem Amerikan icadı değil ki. Aksine, bu yöntemi Amerika bir kısım Müslümanlardan öğrenmiştir. İslam toplumları kadim zamanlardan beri bu yönteme çok muhatap olmuşlardır. Hatta bazı zamanlarda “dine karşı din” yöntemi kendi içlerinde birileri tarafından üretilmiş, “gerçek İslam bu” diye pazarlanmıştır. Az ya da çok, her dönemde Müslümanlar arasından bu ürüne alıcı çıkmıştır.

Amerika’nın “dine karşı din” mantığı üzerine kurulu projesine karşı çıkanların çok azı samimi. Çünkü bunlar arasında bizzat “dine karşı din” projesinin destekçileri ve hatta üreticileri var. Mensupları ve müntesipleri var. Eğer gerçekten samimi olsalardı, yerli olsun yabancı olsun, “dine karşı din” projelerinin tümüne karşı çıkarlardı. Yerlisi iyi, yabancısı kötü tavrının neresi dürüst? Bunun adı “Bizden olsun, çamurdan olsun” değil de ne? Aslında hegemonik gücün yaptığı, bir tür Nevzat Tandoğan Kemalizmi’nden başkası değil. “Bu ülkeye İslam lazımsa onu da biz getiririz” tavrı yani. Amerika da zaten bunu diyor: Müslümanlara İslam lazımsa onu da ben getiririm. Yabancı gayr-ı Müslimlere haram da, yerli gayr-ı Müslimlere mubah mı?

“Dine karşı din” üzerine kurulu yeni senaryoya, Müslümanların iki tür tavır alışı var. Birincisi “toptan ret cephesi”, ikincisi “oyunun dışında kalmayalım” cephesi.

Bu cephe de kendi içerisinde bir bütün değil. Bunlar arasında, tıpkı siyaset kurumuna karşı gösterilen “oy verme koy ver” tavrında olduğu gibi “yok say” tavrı takınanlar var. Yani Bu tavır, zamanı ıskalamakla eş. Bu, eğer bilinçli bir tercihse ve “alternatifsizlik” ve “küresel küskünlük” üzerine değil de, “özgüven” ve “ilkelilik” üzerine oturuyorsa, işte o zaman savunulabilir. Hatta mümessillerinin liyakat ve ehliyeti oranında desteği hak eder.

Bu cephe içinde yer alan ikinci bir kesim de “salletallahu kelbe ale’l-hınzîr” duasına duranlar. Denize düşen yılana sarılır. Bu onun için mazerettir. Denizde neler var: Avrupa, Rusya, Çin? İki mesele var: Çırpınarak önüne çıkan her şeye sarılmaya amade olanları denize iten güç kim? O güç kendisinden kaçılan güç olmasın sakın? Hele o güç denize ittiklerinin önüne sarılacakları bir şeyleri de peşinen koymuşsa, bunun bırakın bir “kurtuluş” “ehven-i şerrayn” bile olmayacağı açık. Bunun yağmurdan kaçıp doluya tutulmaktan farkı ne?

Red cephesi içinde yer alanlar içerisinde üzerinde en çok durulması gereken kesim “gözü kara” olan kesim. Dün Amerika “radikal İslam”a (bu tasniflerden zerre hazzetmiyorum) rol biçiyordu. Taliban o yatırımın ürünü. Bugün “ılımlı İslam”a rol biçiyor. Peki Amerika ılımlı İslam’a rol biçerken, ABD hegemonyasından rahatsız olan rakip güçler bu kez Amerika’nın dün yaptığını yaparak “radikal İslam”a oynar mı? Oynarsa ne kaybeder? Oynarsa biz Müslümanlar ne kaybederiz ya da kazanırız? Bu ve buna benzer soruların cevabını işbu “red cephesi”nin üçüncü kesiminin tavırları belirleyecek.

Dikkat ederseniz, hep hegemonik gücün “rol vermesinden” söz ettik. Şimdi başka bir soru: Senaryoyu tümden reddedecek veya değiştirecek gücünüz yok. Peki, “rol almak” yerine “rol çalmak” da mı mümkün değil? İşte bunun cevabını, gelecek yazıda ele alacağımız “oyunun dışında kalmayalım” diyen Müslümanların feraset ve basireti belirleyecek.

 

Yorum Yaz