Veysi Dündar yazar Mustafa İslamoğlu ile röportajı

Ocak Medya  ekibinin Mustafa İslamoğlu hocamız ile yaptığı röportaj:

Veysi Dündar (VD): Mustafa İslâmoğlu denilince Kur’an eksenli tartışmaları hatırlıyoruz, bu tartışmalara bakınca bir de karşı taraf var. Siz Kur’an diyorsunuz, karşı taraf denilince kimlerdir bunlar?

Mustafa İslâmoğlu (Mİ): Evet biz Kur’an diyoruz, zira bizim Kur’an dememizi mensubu olduğumuz İslam söylüyor. İslam bir dindir ve İslam’ın sahibi Allah’tır. Sahip ben değilim. Müslüman değil. Müslümanlar değil. Müslümanlar İslam’ın talibidir, sahibi değil. Bir dinin sahibi o dinin müntesipleri ise o din kültür dinidir. O din, insan yapısı dindir. Şu andaki Hristiyanlık böyledir. Zaten İsa’nın mesajı böyle saptırılmıştır. Yahudilerin dini böyle bir dindir. Çünkü Yahudiliği Yahudiler, Hristiyanlığı Hristiyanlar inşa etmiştir. Fakat İslam’ı Müslümanlar inşa etmemiştir. Allah inşa etmiştir.

VD: Müslümanların din adına inşa ettiği şey nedir bu durumda?

Mİ: Müslümanların inşa ettiği bir şey var; İslam kültürü. Eğer bunu din olarak kabul eder, bunu dinin içine katarsanız Hristiyanların da Yahudilerin de başına gelen sizin de başınıza gelir. Ve Hristiyanlığa, Yahudiliğe çevirmiş olursunuz İslam’ı… Onun için İslam Kur’an’dır. Zira Allah tamamlamıştır dinini. Maide suresinin 3. ayeti açıkça “size dininizi eksiksiz tamamladım” der. Tamamlanmış olan ilave kabul etmez. Onun için bu Allah’ın dinidir. Bu dinin kaynağı vahiydir. Peygamber bu dini vahiyden öğrenmiştir. Bu vahiy inmezden önce Peygamber kitap nedir, iman nedir bilmezdi. Şûra suresinin 52. ayeti açıkça bunun delilidir. Ve bu dinin müntesiplerinin ürettiği kültür ‘din’ değil, din kültürüdür.

VD: Dinin aslını kültüre tahvil edenler dine ne kadar zarar verdiklerini biliyorlar mı sizce ? Ve öteki dedikleriniz kimlerdir?

Mİ: Din kültürü beşeridir. Din kültürü ile din arasındaki fark; Allah ile toplum arasındaki, insan arasındaki fark kadardır. Onun için Mustafa İslâmoğlu’nun başka bir şey deme şansı yok olur. Onun için biz öyle diyoruz.

Peki, ötekiler kimler? Doğrusu ben ötekiler ile ilgilenmiyorum. Ama ötekiler benimle çok ilgileniyorlar. Sorun da burada inandığım şeylerin gerçekten kaynağına uygun olup olmadığı ile ilgileniyorum. Yani aynı zamanda ihtisas alanım bu, ömrümü dinî ilimleri tahsile verdim. Çocukluğum da dahil, bu uğurda ömürlük mesai sarf ettim. Ve bugün de bildiğim alanda konuşuyorum. Bildiğimi zannettiğim alan da budur. Dolayısıyla ben bildiğim alanda konuşurken; bu alanda mesai sarf etmemiş, bu alanda dirsek çürütmemiş, bu alana ömrünü vakfetmemiş insanların kalkıp da din hakkında ahkam kesmeleri, bir kasabın elinde kasap bıçağı ile ameliyathaneye dalıp cerraha doktorluk öğretmesine benziyor. Bunu kabul etmemi kimse beklemesin. Bunu yalnızca Mustafa İslâmoğlu olduğum için söylemiyorum, aynı zamanda bir mümin olduğum için de söylüyorum. Zira inandığım değerler böyle satışı yapılacak bir mal değil! İman etmek, inandığınız değerlere güvenmektir. Ben itikadı olan değil, imanı olan bir insanım ve bu iman için çok ter döktüm. İtikadımı güvenilir bir imana çevirmemde en büyük rol Kur’an’a aiittir. Evet Kur’an bu dinin kaynağıdır ve din Kur’an’dır. Kur’an’ın üzerine ilave edilmiş her şeyi Allah Resulü daha o günden bidat olarak belirlemiştir. Benim bugün uydurulmuş din dediğim şeyi, Peygamber tespit etmiş ve Peygamber lanetlemiştir. Uydurulmuş dine karşı ilk uyaran Peygamber’in kendisidir. “Her bidat sapıklıktır, dalalettir. Her sapıklık ateştedir” diyen odur. Bidat, çatal-kaşıkla yemek, pipetle içmek değildir. Bidat, dinde olmayan bir şeyi dine ilave etmektir. Dinde neyin olup olmadığını belirleme tekeli, dinin sahibi olan Allah’a aittir.

VD: Eyvallah. Zaten o başlı başına bir konu. Uzun yıllar Akabe Vakfı’nda verdiğiniz tefsir dersi ile tanıdık sizi. Geriye dönüp baktığınızda emeklerinizin karşılığını gördüğünüzü düşünüyor musunuz?

Mİ: Emeğinizi harcarken eğer başlangıçta kendinize bir karşılık takdir etmiş ve bu emeği harcayıp bunun karşılığında da, “şunu alayım” diye yola çıkmışsanız iş değişir. Ben öyle çıkmadım. Bendeniz bu emeği verirken “inandığım değerler” beni mutlu etti, kişilik sahibi kıldı, aklımı “eleştirel bir akıl” kıldı, irademi pasifken aktif bir iradeye dönüştürdü, vicdanımın üstündeki perdeyi yırttı ve vicdanımı aktif ve aktüel hale getirdi, bana değer kattı, beni kalitelendirdi, beni daha iyi bir insan etti… O halde bana bütün bunları katan bu güzellikten başkalarının da haberi olmalı diye söyledim, bugüne kadarki dersleri verdim. 16 yıl tefsir dersi, ilaveten 5 yıl Esma-i Hüsna dersi verdim. Aralıksız 21 yıllık bir mesai… Şimdi de Siretü’l-Kur’an dersleri veriyorum ve bütün bunları bilabedel yaptım, kuruş almadım. Ben ki öyle gür gür geliri olan bir insan da değilim. Sadece kitaplarımın telifi ile geçinen bir insanım. Bu anlamda ben iyilik gördüğüm, iyi olduğuna bizzat hayatım ile şahitlik yaptığım bir değerler dizgesini daha başka insanlara, onu arayan insanlara ulaştırmak için bir köprü görevi görmeye çalıştım. Yaptığım şey sadece buydu. Bunun karşılığında verdiğim şeylerden istifade edenler olmuş, etmeyenler olmuş. Verdiğim şeyler yerini bulmuş, bazen de bulmamış; öğrenciler öğrenmişler ya da öğrenmemişler. Öğrenenlerden bir kısmı öğrendikleriyle hayatlarını donatmışlar bir kısmı donatmamışlar. Hatta öğrendiklerinin tersini yapmış, aksini yapmışlar. Buna takılmadım. Bu aslında insanoğlunun doğasında var.

VD: Garip bir durum… Üzüldünüz mü bu duruma ?

Mİ: Bunu da garip karşılamadım doğrusu. Üzülmedim mi? Tabii ki üzüldüm. Yıpranmadım mı? Tabii ki yıprandım. Sükût-ı hayale uğramadım mı? Tabii ki uğradım. Ama artık aynı şeylerden dolayı hayal kırıklığına uğrayacağımı sanmıyorum. Çünkü bu gibi şeylerde hayal kurmayı bıraktım. Başka hayaller kuruyorum.

Ne kadar Kürt sorunu varsa…

VD: “Kürt Sorununa İslami Çözüm” konulu konuşmanızdan dolayı soruşturma açılmıştı. İslami çözümler noktasında aynı mı düşünüyorsunuz?

Mİ: O gün ne düşünüyorsam üç aşağı beş yukarı bugün de temelde aynı şeyleri düşünüyorum. “O gün” dediğim 1993. 1993 ile 2019 arasında ne kadar zaman geçmiş? Dolu dolu 25 yıl. 25 yıl sonra aynen diyorum ki; “eğer ortada bir Kürt sorunu varsa, orada bir Türk sorunu vardır.”

VD: Katettiğimiz bir mesafe de yok sanki, dediğiniz gibi…

Mİ: Geldiğimiz yer ortada. O gün söylediklerime internetten de ulaşılabilir. Mazlum-Der forumunda yaptığım o sunum aynı zamanda ceza almış bir sunumdu. Bu sunumdan dolayı 1 buçuk yıl mahkûmiyet aldım ve yattım. O gün onları söylemek, ipi boynunuza geçirmekle eş değerdi, zaten kısmen de yaşadım. Ama bugün onları söylemenin hiçbir riski yok. Gel gör ki, o gün o uyarılara kulak verilseydi, yani akl-ı selim yaklaşım galip gelseydi, bugün yaşadığımız birçok şeyi yaşamazdık diye düşünüyorum. Bazı sorunlar var ki, tali sorunların ana adresidir. Ana sorunlardan bir tanesini çözdüğünüzde, ondan kaynaklanan tali sorunlardan 10, 20, 30 tanesi kendiliğinden çözülmüş olur. Kürt sorunu böyle bir sorun. Ve bir sorunu kış uykusuna yatırmak o sorunu çözmek değil, yaşatmaktır. Bu benim zoruma gidiyor.

VD: Bu sorun neden zorunuza gidiyor? Problemi “Yabancı El Sendromu”na benzetmiştiniz sohbetimizde...

Mİ: Şundan: Düşünün bin küsur yıldan beri birlikte olduğunuz, birlikte yaşadığınız, etle tırnak kadar birbiriyle kaynattığınız bir toplumu öyle bir bölüyorsunuz, öyle bir parçalıyorsunuz ki, birbirinin hısımı olan iki parça birbirinin hasmı olup çıkmış! Ben bunu tıpta tanısı konulmuş bir problem, sağ ve sol beyin loblarının bağlantısının kopmasından mütevellit bir hastalık olan “yabancı el sendromu”na benzetiyorum. Yabancı el sendromunu aklımın erdiği kadarıyla şöyle açabilirim: insanın kendi eli insanın kendisine düşman kesiliyor. Bir eliniz ile kapıyı örterken öbür eliniz ona mâni oluyor. Hatta ve hatta literatüre geçmiş bir olay var, kendi eli tarafından boğulmaktan bir kadın son anda kurtarıldı. Bu ülkede yaşadığımız şey aynen bu. İnsan kendi eli ile kendi kendini boğar mı? Ağzınıza bir eliniz lokmayı götürürken öbür eliniz ona mâni olur mu? Bir eliniz kapıyı açmaya çalışırken öbür eliniz kapıyı açmaya çalışan elinize zincir olur mu? Olur! İşte böyle olur. Bu bir yabancı el sendromudur. Onun için bu sendromdan kurtulmadığımız sürece de vücut bütünlüğü, toplum bütünlüğümüzü oluşturamayacağız.

VD: Çözüm olarak neyi tavsiye ediyorsunuz?

Mİ: Çözüm olarak birinin diğerine abilik yapmasını falan değil, insanlığa dönmeyi tavsiye ediyorum. İnsan olarak kabul edelim. Dahası, farklılığı bir zenginlik olarak algılayalım. Daha da önemlisi, farklılıklarımızı zenginliğe dönüştürecek bir olgunluk kazanalım. Yani insaniyete dönelim, insanlık ortak paydası yetsin bize. Yani farklılığı bir bela olarak algılamayalım, bir zenginlik olarak algılayalım. Bunlar algıda yapmamız gerekenler. Çünkü algıda, tasavvurda değişiklik yapmadan olguda, fiiliyatta değişiklik yapamıyorsunuz. Çünkü insan eylemleri ve söylemleri insanın düşünce tarzına, algısına bağlıdır. Algı eylemin ana rahmidir.

VD: Algı değişirse muhabbet kavileşir mi?

Mİ: Aynen öyle, algıyı değiştirmeden sonuçları değiştirmek mümkün değil. Hiçbir şey sonuçtan değişmez. Sebep-sonuç ilişkisi Allah’ın yasasıdır. Sebepleri değiştirmediğiniz sürece sonuçlar değişmez.

VD: Peki buraya getiren sebepler ne?

Mİ: Onu tespit etmek lazım, teşhis etmek lazım. Benim zoruma ne gidiyor biliyor musunuz? Amerika Birleşik Devletleri köle olarak getirdiği ve yüzyıllardır birbirine hasım olan iki ayrı kitleyi bir potada eritip -ki ‘melting pot’ derler buna, ‘ergitme potası’ anlamına gelir- sonunda barış içinde birlikte yaşayan bir toplum çıkarabildiler. Üç aşağı beş yukarı 250 yıllık bir hikâye bu. Ama siz bin yıllık ve zaten böyle bir sorunu olmayan bir kitlenin iki yarısını birbirine düşman edebiliyorsunuz! Eski mezarlıklarda aynı mezara defnedilmiş Türkoğlu, Kürdoğlu, Araboğlu soy isimli çok insan bulursunuz. Dedeler için sorun olmayan torunlar için nasıl soruna dönüştü? Bu sorunun peşine düşmek lazım? Adama dönüp “nasıl becerdiniz?” demek lazım; çok emek sarf etmiş olmalısınız, bunu yapmak için çok büyük çaba harcamış olmalısınız…

VD: Ama bu coğrafya da buna çok müsait, dikkat edin bütün İslam ülkelerinde karmaşa, kan, gözyaşı var…

Mİ: Maalesef doğru söylüyorsunuz. Bu coğrafya buna müsait. Niye müsait bu coğrafya? Zira bu coğrafyada müzakere kültürü yok.

VD: Niye müzakere kültürü yok?

Mİ: Bu coğrafya birbirinin arkasından konuşur. Bu coğrafyanın tamamının millî sporudur gıybet, dedikodu, iftira, yalan… Neden müzakere kültürü yok? Çünkü müzakere bir masada oturmayı, karşılıklı bir araya gelmeyi gerektirir. Peki niye bir masada oturup da karşılıklı müzakere etmek istemezler? Zira sonunda imza vardır. İmza ‘söz’ demektir. Bu coğrafya söz vermeyi sevmez. Çünkü bu coğrafya bir konuda söz vermiştir; sözünü tutmama konusunda…

VD: Bu soru biraz uzun şöyle diyelim. Akabe Vakfı’nda verdiğiniz bir hutbede Türkiye barış için belki hiç bu kadar umutlanmamıştı, barışa tümüyle girin, bütünüyle girin. Parça parça, peyderpey girmeyin. Zira barış öyle bir şey ki eğer tümüne talip değilseniz, bir parçanızı barışın dışarısında bırakırsınız, bu hastalık gelir sizi bulur. Barış zaferdir, gerçek zaferdir. Barışın galibi mağlup, mağlubu ise bence galiptir. Dolayısıyla kazanmak isteyen öncelikle barışa koşsun, ilk defa barışa o yanaşsın. İlk defa barış diyen, koşan ve yanaşan taraf kazanan taraftır. Galibiyet, gerçek galibiyet insanın hürmetine, ihtiramına, kerametine, değerine saygı göstermektir. Çünkü insanı Allah yaratmıştır ve Allah’ın var ettiğini var tutmak insana düşen mukaddes bir görevdir, demiştiniz. Maalesef bu sürecin kıymeti bilinmedi, malumunuz çözüm süreci… Şu anki atmosferde barışa bir adım yaklaşmak için neler tavsiye edersiniz?

Mİ: Şimdi şunu söyleyeyim; bizim barış için dışarıdan herhangi bir çözüm ithal etmeye ihtiyacımızın olmadığını düşünüyorum. Neden? Zira inandığımız değerlerin adı “barış”tır, biz barışa iman ettik. İslam silm kökünden türetilir. Silm barış demektir. Eğer yeni dille söylersek, İslam aslında Allah’ın küresel barış projesidir. Peki Müslüman olduğunu iddia eden bizler neden barış adası haline getirmemiz gereken dünyayı savaş arenasına çevirdik? Değil bizim gibi inanmayana, bizim gibi inanan ama farklı olana dahi cehennem kesildik? Kendi ülkelerimizi neden göller bölgesinde bir barış adası yapmak dururken savaş ve vahşet arenasına çevirdik? Bu coğrafyada herkesin herkese istediğini yapması serbesttir. Günü ilan edilse, o gün, insanlığın şahit olduğu en kanlı katliamın, en acımasız vahşetin, en şirret tecavüz ve taşkınlığın günü olarak tarihe geçerdi. Zira bu coğrafyada kişilik hiçbir şey, kimlik her şeydir. Kişiliksizlik açığı eğreti kimliklerle kapatılır.

VD: Aslında bunu sorgulamalı, bu yeni bir şey değil ki…

Mİ: İlginç olan şu: bu coğrafyada Kur’an’ın yıkmaya çalıştığı cahiliye kültürü metastaz yaptı. Bu metastaz cahiliye kültürü, Truva atları olarak geri döndü. Kendisini yıkan Kur’an’ı baypas etti ve kendisine sahte kılıflar geçirerek ve Truva atları edinerek inancımızın içine yuva kurdu. Cahiliyenin psiko-patolojik tavırlarından biri de her şeyi uçta yaşamaktır. Makul olamamaktır. Övgüler de uçta, sövgüler de uçta. Sevgiler de uçta, yergiler de uçta. Sevdiğini bu topraklar ilahlaştırır, putlaştırır, tapar. Yerdiğini bu topraklar şeytanlaştırır, ötekileştirir, yakar ve yıkar. Bu topraklar cahiliyeye “İslam” kılıfı geçirerek hortlattı. Eleştirel aklı gömdüğü için de tevbe, istiğfar yapamıyor. Özeleştiri yapamadığı için sürekli günah keçisi arıyor, bulamazsa içinden birilerini çıkarıp parmağını ona doğrultuyor. Nasıl olsa parmağın doğrultulduğu her şeye sorgusuz sualsiz saldıracak sürüler her zaman ve her yerde hazır ve emre nazır bekliyor. Linç kültürü bu coğrafyanın uydurulmuş dininin içine kaçmış bir canavar.

Din güç elde etme aracı olursa…

VD: Tam da bu noktada size soracağım soru sizinle ilgili. Size yönelik bir linç ve tepkisellik söz konusu. Bunun nedenlerinin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Buna karşı hayat tarzınızda ne gibi değişiklikler oldu? Yani yalnızlaşma sürecinizi, İslamcılıkla ilişkinizi sorsam?

Mİ: İslamcılık, özellikle siyasal İslamcılık ikiye ayrılıyor: Kültürel İslamcılık, siyasal İslamcılık… Akif’in İslamcılığını kültürel İslamcılık bölümünde değerlendiriyorum. Ama siyasal İslamcılık benim için ömrümün en büyük hayal kırıklığıdır ve kendimi de sorumlu hissediyorum. Yani siyasal İslamcılığın bugünlere gelmesinde alâ kaderi’l-imkân pay sahibi olduğum için de Allah’tan af diliyorum. Paradoks olacak ama, bu süreçte kendi payıma çok şey öğrendim. Bir yalanla ömür boyu yaşamak da vardı kaderde. Ama şükür takke düştü kel göründü. Bu da bir şey.

VD: Affınıza sığınarak ben de bir şey söyleyeceğim, acizane 2017’de yazdığım makalede de (Kaybeden Siyasal İslam mı, İslamcı İktidarlar mı?) belirtmiştim. Herhalde bir asır daha İslami bir iktidar göremeyeceğiz diye düşünüyorum bu uygulamalardan sonra…

Mİ: Umarım hiç göremeyiz. Çünkü din güç elde etme manivelası ve aracı olmamalı. Din dindir. Dine yaslanıp güç elde eden, dini güce meze yapıyor demektir. Dinin amacı bu değildir. Dinin amacı insana yardımcı olmak, vahyin amacı akla yardımcı olmak, ibadetlerin amacı ahlaka yardımcı olmaktır. Anlatabiliyor muyum?

VD: Bu durumda yani devletin laiklik sistemini mi destekliyorsunuz?

Mİ: Onu demedim. Daha iyi, daha iyi sistemler bulunabilir. Sistemler kutsal değildir. Hiçbir devlet idare yöntemi kutsanamaz. Amaç her türlü farklılıklarına rağmen insanların barış ve huzur içinde insanca birlikte yaşaması olmalıdır.

VD: Yani din ile idareyi karıştırmayacağız.

Mİ: Demokrasi de dahil ama dinin siyasete alet edilmesi dinin güç devşirmek için payanda olarak kullanılmasından her zaman zarar gören tek taraf vardır; o da dinin kendisidir. Çünkü sonuçta bütün bu yönetme mekanizmaları için işlenen haksızlıklar, zulümler, hatalar, günahlar, haramlar, hak yemeler, hukuk çiğnemeler, linçler… bütün bunların faturası dine çıkarılacaktır. Dine bundan daha büyük kötülük yapılamaz. Onun için de İslam devleti değil insan devleti diyorum.

VD: Peki, burada şöyle bir soru zuhur etti: Kur’an’ın devlet öngörüsü var mıdır?

Mİ: Kur’an esasen herhangi bir devlet yönetim biçimiyle ilgilenmez. Kur’an’ın kutsal bir devlet yönetim biçimi önerisi yoktur. Kur’an, devlet yönetmenin ilkeleri ile ilgilenir ve bunu koyar. Kur’an’da gördüğüm beş tane devlet yönetme ilkesi vardır.

VD: Nedir bu ilkeler..?

Mİ: Birincisi hakikattir. Yalanla iman bir arada olmaz. Yönettiğiniz tebaaya yalan söylemeyeceksiniz. Hiçbir şey adına, Allah rızası için yalanı hiç söylemeyeceksiniz. Allah rızası için yalan söylemek yalanı Allah ilan etmektir. Şirktir. Allah, Peygamber, din iman ile aldatmama da bu ilkeye girer. İkincisi adalet. Allah adaleti emreder. Allah’ın emridir ‘İnnallahe ye’muru bi’l-adli’. Hutbelerde Ömer bin Abdülaziz’in ehl-i beyte küfür yerine okuduğu ayet budur. Devlet yönetmenin üçüncü ilkesi merhamet. Devleti baba gibi değil, ana gibi yöneteceksiniz. Bu ikisi arasındaki fark; biri sopayla, korkutarak, höt-zötle yönetir devleti. Babavari yönetim, güç yöntemidir. Bir de anavari yönetim var. O şefkat yöntemidir, merhamet yöntemidir.

VD: Onun için Tanrı tasavvuru algısı dünya tarihinde hep güç üzerinden tanımlanmış.

Mİ: Onun için baş tanrılar pagan dinlerinde erkektir. Zeus erkektir, Horus erkektir, Anu erkektir, Şiva erkektir, Apollon erkektir. Baş tanrılar hep erkektir. Çünkü hep gücü öncelerler. Onun içindir ki, Kur’an, bu erkek merkezli putçuluğu yıkmak için Allah’ın tabiri caizse kartvizitine onlarca isim arasından iki ismini seçmiştir: Er-Rahman, Er-Rahim: Bismillahirrahmanirrahim, Allah’ı rahmet sıfatlarını öne çıkararak tanıtmaktadır. Dördüncü ilke Liyakat ve ehliyettir. Belki yönetim meselesinde bu beş ilkeden bir numaraya ehliyeti getirmek lazım. Ehliyet yoksa ne vardır? Torpil vardır. Adam kayırma vardır. Kabilecilik vardır. Tam cahiliye yönetim biçiminin mantığıdır işte, kabilecilik. Bugün de farklı kabilecilik biçimleri var: Dinsel, ırksal, ideolojik, ulusal kültürel kabilecilikler… Ehliyet ve liyakat Kur’an’ın devlet yönetiminde koyduğu en önemli ilkelerden biridir. Kur’ani emir şu: “Allah size emaneti -emanet dediği burada yönetim- ehline vermenizi emreder.” Beşinci ilke ise meşveret. Kur’an’ın devlet yönetimi için öngördüğü ilkelerden biridir; “Ve emruhum şûrâ beynehum: Devlet işleri, yönetim işleri onların aralarında kurumsal istişare iledir.” Kurumsal istişare. Çünkü şûrâ isimdir. Kurumsal istişare anlamına gelir. Yine ayrıca Âl-i İmran suresinde istişareyi peygamberimize doğrudan fiil olarak emreden bir ayet vardır. O da Uhud Savaşı’nın arkasına inmiştir. Çünkü Allah Resulü, “Uhud Savaşı’nı bir meydan savaşı olarak mı yapalım? Yoksa savunma savaşı olarak mı yapalım?” diye istişare etmiş ve kendisi savunma savaşı yanlısı olduğu halde savaş konseyinde ağırlık meydan savaşı yapalım şeklinde olunca istişareye riayet etmiş, dışarıda meydan savaşını kabul etmiştir. Ve savaş konseyinde olan ve dışarıda meydan savaşını savunanlar ilk kaçanlar olmuşlardır Uhud’da!

VD: Eyvallah. Burada…

Mİ: Dolayısıyla yani onların arkasından nazil olan ayette “yine de onlarla istişareye devam et” emri vardır.

VD: Kurumsal istişarenin arkasında duracağım. Yani sadece kendi aranızda mı istişare edin?

Mİ: Hayır. Yani yönettiğiniz kitlenin aklını yönetime katın. Yani yönettiğiniz kitleyi beraberce yönetin orada. Bu, gücü ve riski dağıtmaktır. İnsanlığın tecrübesi de bunu teyit eder.

VD: Yani kendi kendinize yapmayın. Tümü…

Mİ: Aynen öyle. Yönettiğiniz ne kadar insan varsa onların rızasını alın, ortak aklı harekete geçirin. Birlikte yönetin. Yönetim işini paylaşın, bölüşün demektir bu.

VD: Dolayısıyla kararlar beraber alındığında böyle bir kavga da olmayacak.

Mİ: Aynen.

Sekülerleşen dini gruplar

VD: Türkiye’de dinî grupların sekülerleşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mİ: Türkiye’de dinî kurumlar, gruplar sekülerleşti. Önce sekülerleşmenin tanımını bir yapmak lazım. Nedir sekülerleşme? Aslında kelimenin etimolojisi ‘dünyevileşme’dir. Dinî grupların dünyevileştiğini görmek için dahi olmaya gerek var mı? Türkiye’de dinî grup kalmadı. Türkiye’de dinî grup dediğiniz grupların hemen hepsi bir menfaat grubuna dönüştü, bir çıkar grubuna, bir çıkar çevresine dönüştü. Bunlara dinî grup demek ne kadar doğru, o ayrı bir mesele. Evet, dinî grupsa uydurulmuş dinî grup. Uydurulmuş dine mensup dinî grup demek daha doğru. Zira İslam yani Allah’ın, kitabıyla, vahiyle gönderdiği İslam böyle bir yapılanmaya izin vermiyor. Böyle bir yapılanmaya Allah Resulü izin vermedi. Bakınız, kendi yerine herhangi bir vekil tayin etmeden vefat etmiştir. Neden? Herhangi bir dinî grup diğer dinî grupların üzerine tahakküm etmesinler diye. Kur’an ilk muhataplarına “Peygambere ‘çobanımız’ demeyin” diyor. Burada Nebi’ye “Sen çoban değilsin, arkandakiler de sürü değil” demek istiyor. Yine “Firavun toplumunu ahmaklaştırdı” diyor. Bu Kur’an’ın yönetilenleri sürüleştiren cahili yönetim tarzlarına karşı devrimidir. Kur’an’a yapılan karşıdevrim ile bu tam tersine çevrildi. O gün bu gündür İslam adına yönettiği iddiasında olanlar yönettikleri kitleleri sürüleştirmek için birbiriyle yarışmıştır. Bu coğrafyada yönetme pratiği budur. Rejimin veya yönetenin adları farklı farklı olabilir, fakat sürüleştirme hiç değişmez. Başa dönecek olursak: Allah Rasulü istese yönetimini kurumsal bir devlet kimliğine büründüremez miydi? Ama yapmadı.

İstese o kurumsalların içinde oturduğu binalar hem de çok kalıcı binalar yaptıramaz mıydı Yaptırırdı. Gücü mü yoktu? Parası mı yoktu? İradesi mi yoktu? Nesi yoktu yani? Zaafı mı vardı? Hayır. Alakası yok. Ama Allah Resulü geriye bir güç unsuru değil, bir değer unsuru, bir değerler dini bırakmıştır, “dînen kıyemen”, Kur’an’ın ifade ettiği gibi. “Değerler dini” ifadesi Kur’an’a aittir, bana ait değil. Dolayısıyla bu anlamda Allah Resulü’nün uygulaması ortada. Yani yaygın ismiyle sünneti, örnekliği ortada. Peki bugün Türkiye’deki dinî gruplar neyin peşinde? Yani gerçekten de dinî gruplar…

VD: Din için mi? Yoksa kendileri için mi?

Mİ: Din için mi? Bunu içi rahat rahat söyleyen var mı burada? Ben bunun böyle olmadığını en acı biçimde gözlemleyen biriyim. Görüyorum çünkü. Umurlarında değil. Çünkü eğer öyle olsaydı, dini bir paravan ve payanda olarak kullanıp dini dünyaya ulaşan bir köprüye dönüştürmezlerdi! Bu mesele belki de bir toplumsal dönüşümde geçmemiz gereken bir engeldir.

Ama ben bunun sonucunda iki ihtimal görüyorum: Bir, ya din dediğiniz işte böyle bir şeydir deyip dine tamamen mesafe koyanlar… İşte deist, ateist, nihilist bir nesil yetiştirirsiniz. Ki onların gösterdikleri örnekler dinlerinden yırtıp dünyalarına yamayan, güce tapıp adını Allah koyan, “Kızım Fatıma kendini Allah’ın elinden kendi amellerinle satın al, vallahi seni yarın kurtaramam!” diyen bir peygamberi unutturup, onun yerine uydurduğunuz rivayetlerden bir sahte peygamber imajı geçirip, ‘işte peygamber budur’ diyerek ortaya bir sahte din çıkarırsınız, uydurulmuş din çıkarırsınız, netice böyle olur. Ya da bütün bu olan bitenden ders alırsınız ve Allah’ın tanımladığı ve sahibi olduğu ve Peygamberi aracılığıyla gönderdiği vahiydeki İslam’a razı olursunuz.

O zaman çok acil ihtiyaç olan bir şeyi daha yapmış olursunuz: Tıkanan aklın, iradenin, düşüncenin yani insanın önünü açmak. Allah’ın hayatta bize bıraktığı manevra alanları açılır ve biz o manevra alanında aklımızı işletiriz. Bilimi işletiriz. Teknolojiyi işletiriz. Koptuğumuz hayata geri döneriz. Küstüğümüz hayatla barışırız. Ve daha ötede yine Allah’ın bize vahiyle bildirdiği bu dinin emrettiği küresel barış projesi için çaba gösteririz. Çalışırız. Didiniriz. Ve “İslam insanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır” iddiamızı ispat ederiz. Bu herkese yarar, sekiz milyara yarar.

Güvenilir olmak, imanlı kalmak

VD: Şu anki ortamı düşününce bu biraz ütopya gibi geliyor ama… Sizce bunun için kaç asır lazım, böyle bir dönüşüm için? Yanlış mıyım bilmiyorum.

Mİ: Şimdi şöyle, tabii sizin için ütopya olabilir. Ama ben şahsen ütopya olarak görmüyorum.

VD: Ama belirli bir süreye ihtiyacımız var.

Mİ: Hiç şüphesiz. O kesin. Çünkü insan fıtratına güveniyorum. İnsan fıtratı huzuru sever. İnsan fıtratı iyiye meyillidir. İnsan fıtratı doğal olana meyillidir. İnsan fıtratı güzele meyillidir. İnsan fıtratı doğruya meyillidir. İnsan fıtratı adil olana meyillidir. İnsan fıtratı merhamete meyillidir. Dolayısıyla bütün bunlar fıtratla müttefik olduğumuzu gösteriyor. O zaman fıtrat gibi bir müttefikimiz var bu bir. İkincisi insanlık giderek öğreniyor. Yani insanlık artık rüşt çağına erdi. Onun için son nebi geldi. Bu, insanlığın rüşt çağına erdiğinin göstergesidir. Yani Son Nebi’ye kadar rehberlik insandaydı. Son Nebi’den sonra rehberlik ilkelere geçti. Şu anda rehber ilkelerdir. Çünkü insanlık aklı olgunlaştı bu anlamda. Ben insanlığın geçmişten daha iyi olduğu kanaatindeyim, onu söyleyeyim. Eğer bir vahşet skalası yapılsın, bu rahatlıkla görülür. İnsanlar içinde yaşadıkları zamanı karalamaktan, bu ucuzculuğu yapmaktan çok hoşlanıyorlar. Bu onları bir nostaljiye götürüyor. ‘Ah nerede o geçmiş zamanlar. Neydi o zamanlar’… Bu aslında sorumluluktan kaçmanın bir başka yolu oluyor. Hayır, ben umutluyum. Gerçekten umutluyum. Niye? Yeni nesil sorguluyor. Niçin diye soruyor. Niçin diye sorulan bir yerde umut olmaz mı? Büyükleri kolay yalan söylüyor, arkadan konuşuyor. Daha doğrusu kolay kıvırıyor. Ama yeni nesil çat diye söylüyor. Dolayısıyla daha dürüstler bu anlamda. Ama sorumluluk alma konusunda yeterince ilerlemediler. Zira içinde bulunduğumuz refah, konfor çağında mahrumiyet nimetinden mahrum kaldılar. Hayır, demeyi öğrenemediler. Ama öğrenecekler. Ben işte onun için umutluyum.

Bir başka açıdan; bilgiye ulaşmak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Artık üç kuruşluk bilgiyi kendi tekeline alıp da onu satarak kendine statü elde etme dönemi bitti. Yani “en-nakkâl ke’l-bakkâl; nakleden bakkal gibidir.” Alır, satar, alır, satar. Yani ‘nakkal’ler allâme pozu kesemeyecek. Niye? Eğer bilgi taşıma bir kerametse, bugün google’ın elini öpmek için sıraya dizilmek gerekir. Anlatabiliyor muyum?

VD: Anladım…

Mİ: Sahtekârlık yapılıyor. Fakat sahtekârlık çabuk fark ediliyor. Onun için de ben bu gelişmeleri eğer doğru okur, doğru yönlendirirsek; gerçekten de çok güzel şeyler olacağını zannediyorum. Ben İslam’ın insanlık için koyduğu değerlere inanıyorum. Ama Allah’ın kitabı ile indirdiği İslam’ın. Bu değerler doğru yorumlanır, doğru anlaşılır ve doğru anlatılırsa ben sekiz milyar insanın mutluluğuna bu değerlerin katkı vereceğine de inanıyorum. Tamamının İslam’ı din olarak benimsemesi de şart değil, mümkün de değil. Müslümanın böyle bir mükellefiyeti yoktur. Yani sizin huzuruna katkıda bulunmanız için, dünyanın sizin gibi inanması gerekmiyor. Sizin gibi inanmayanlar için de güvenilir olmalısınız. İman budur, mümin buna denir. Müminin ahlaki tanımı güvenilir olan, imanın ahlaki tanımı güven veren ve güvenilen demektir. İslam’ın ahlaki tanımı da barış elçisi demektir. ‘Müslim’in, ‘Müslüman’ın ahlaki tanımı da barışa gönül vermiş, barışa adanmış bir hayata sahip olan demektir.

VD: Eyvallah hocam. Soruları azaltarak gidiyorum. Son iki soru. Mustafa İslâmoğlu sizce neden hep az ve öz kitle tarafından anlaşıldı, bunu bir kazanım olarak mı bir kaybediş olarak mı görüyorsunuz?

Mİ: Doğrusu bendeniz hiç çoğa talip olmadım. Hatta hatta çok beni hep kuşkulandırmıştır. Çünkü okuduğum ve inandığım Kur’an’da çokluk hep yenilir. “Elhâkümü’t-tekâsür: Çokluk tutkusu sizi felakete sürükledi!” ayetinde olduğu gibi. “Sen eğer onların çoğuna uysaydın, onlar seni doğru yoldan saptırırdı!” ayetinde olduğu gibi. Onun için çokluğa hiç güvenmedim. Aslında çokluğa itibar güç tutkusundan, güç tapıcılığından kaynaklanır. Çünkü çokluk güçtür. Malumunuz maddenin bir kanunu vardır: Kütle çekim kanunu. Kütle ne kadar büyük olursa çekim gücü de o kadar büyük olur. Büyük çekim isteyenler büyük kütle istiyorlar. Kütle aynı zamanda beyindeki ura da verilen isimdir. Kitlenin kütleleşmesi, insanlık uruna dönüşmesidir. Dolayısıyla Allah insanlardan kütle olmalarını istemiyor. Şahsiyet olmalarını istiyor. Şahsiyet. Bilinçli, akıllı, akleden, iradeli, vicdanlı, kaliteli şahsiyet.

VD: Dolayısıyla bu sizin için bir kazanım. Eyvallah.

Mİ: Aynen öyle. Ben bunu bir kayıp olarak görmüyorum yani. Ama bu, güç peşinde olan güç tutkunları için hep bir kayıp olarak görüldü. Ben onlara tebessüm etme hakkımı kullanıyorum. Şu anda olduğu gibi.

Cemaatler aslında birer kült

VD: Ülkemizde son dönemlerde artan İslami cemaatler her boyutla tartışılır oldu. FETÖ olayları ve iktidarlaşan cemaatler için halkımıza ne tavsiye edersiniz? Cemaatler kendi aralarında bile münakaşalı, münazaalı. 15 Temmuz gerçeği de ortada, cemaatler akredite olmalı mı sizce?

Mİ: Esasen cemaatleri ben bugün birer külte, birer kült toplumuna benzetiyorum. Bu anlamda kültlerin özelliği şudur: Dışarıya karşı kitlelerini korkuturlar. Bu korkuyu kullanarak içeridekileri ‘kul’laştırırlar! Onların akıllarını alır yerine cennet vaad ederler. Onların kişiliklerini yok ederler, yerine din, mezhep, tarikat, cemaat, parti, grup, ideoloji kimliklerini ikame ederler. Kimlikleri çok, kişilikleri yok olur. İçerdekileri kullaştıranlar, yani mahallenin kalelerinin içindekileri toplu tutmak için, kaçırmamak için dışarıyı öcü gösterirler ve içeriyi de cennet gösterirler. Dışarıyı cehennem gösterirler ve bunu da onlara yutturmak için, onları buna inandırmak için de onların akıllarını kendilerine kiraya vermelerini isterler. Ortaya şu ünlü The Walking Dead dizisinde olduğu gibi “Yürüyen Ölüler”e döndürürler. Alın size gassal elinde meyyit.

VD: Sorgulama yeteneklerini yok ederler.

Mİ: “Neden” ve “niçinleri” sordurmazlar. Onun için eğer bir geleceğimiz olacaksa bu tip yapıların kısa zamanda yok olması için herkes elinden geleni yapmalı. Yapmalı ki sağlıklı sosyalleşme olsun. Sağlıklı organizasyonlar kurulsun. İnsan insanla organize olmalı. Çünkü ancak organize ve örgütlü toplumlar devlet gibi organize güçler karşısında hak ve hukukunu koruyabilir. Yoksa devlet karşısında bireyin hakkını birey koruyamaz. Örgütlü toplumlar lazım. Çünkü örgütlü olmayan bir toplumda insan ezilir. İnsanı ezecek çok unsur var. Çok uluslu şirketler, tröstler, karteller, tekeller, teknoloji, ideolojiler, devletler… bakın ne çok. Onun için insanı korumak lazım. Ama insanı koruyacağım diye insanı kullaştıran, köleleştiren yapılar insanı korumazlar. İnsanı yok ederler. İnsanın içini boşaltırlar ve insanı gassal elinde meyyite yani ölü yıkayıcı elinde ölüye çevirirler.

Veysi Dündar (VD): Peki buradan ne çıkar?

Mustafa İslamoğlu (Mİ): Buradan ilan edilmemiş putlar çıkar. O putlar kendilerine taptırırlar ve hiç üretmeden Karun gibi yaşar Harun pozu keserler! İblislik yaparlar, ama İdris gibi görünürler. Hınzırlık peşindedirler, ama Hızır diye uyduruk bir mitoloji pazarlarlar. Ben bu istismarın bir an evvel durması için herkes üzerine ne düşüyorsa onu yapmalı diye düşünüyorum. En azından her bireye düşen kendi kafası ile düşünüp kendi kalbi ile hissetmesi ve akleden, sorgulayan, eleştirel akıl sahibi, bağımsız bir şahsiyet olmasıdır.

VD: Yoksa?

Mİ: Yoksa mı? Yoksa demin saydığınız istismarlar artarak sürer. O çirkinlikler asla engellenemez. Bir de o kepazeliklerin üzerine ‘Allah rızası’ kılıfı giydirilir. Zira alçaklığın en büyüğü, Allah adı vererek, Allah adını kullanarak yapılandır. Onun için son sözüm şu ayet olsun: “Sakın aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!” Aldatmak kötüdür. Allah ile aldatmak en kötüdür.

VD: Evet, en kötüdür. Allah razı olsun Sn. İslamoğlu, vakit ayırdınız. Müteşekkirim.

Mİ: Eyvallah.

Yorum Yaz