Emanete Sadakat Allah’a Sadakattir

İrade, diğer tüm emanetlerin kendisine bağlı olduğu büyük emanettir. Bu yüzden diğer tüm emanetlere ihanet, irade emanetine ihanetle başlar.

İman: İlahi itimada layık olmanın asgari şartı

Emanet, “koruyacağı beklentisiyle birine geçici olarak verilen değerli şey” manasına gelir. Aynı zamanda “O değeri koruma işine” de emanet denilmiştir.

Emanetin türetildiği emn, “güven”, emân birine verilen “güvenlik garantisi” anlamına gelir. Emn’in zıddı “korku” anlamındaki havfemânet’in zıddı “güveni boşa çıkarmak” anlamındaki hıyânet’tir.

“Allah’ın güvenine layık olmak” manasındaki îmân da aynı köktendir. Îman daha sonra ıstılahlaşarak “inanmak, itimat etmek” anlamına kullanılmıştır. Zıddı olan kufr ise “inkâr” anlamına kullanılmıştır. Kufr’un ahlâki karşılığı nankörlüktür.

İman, Allah’ın itimadına layık olmanın asgari şartını ifade eder. İnsan bu asgari şartı, kendi özgür iradesiyle seçer. Bu yüzden imanın öznesi kulun kendisidir. İman ilk meşruiyetini, kulun özgür iradesine dayalı seçiminden alır. Farzı muhal kişi “Benim tercihim değil ama falan benim için imanı seçmiş, o yüzden ben mü’minmişim” dese, bu iman onun imanı değil, onun için imanı seçenin imanı olur. Kendisi “iman sahibi” olarak adlandırılamaz.

İman, insanın kalbinde bir nurdur. Kalp, iman nuru ile aydınlatılmadan önce karanlıktır. Orada bir göz varsa dahi, o göz ışıktan mahrum olduğu için göremez. Zira görmek için göz yetmez, ayrıca ışık da gereklidir.

İman nuruyla aydınlanmayan kalbin sahibi tedirgindir. Zira göz, fıtratı gereği görmek ister, görecek bir şeyler ister. Göz var ama göremiyorsa, bu durum sahibine “korku” (havf) olarak yansır. İnsan karanlıktan bu sebeple korkar. Orada korkulacak bir şey olduğu için değil, gözü olduğu halde göremediği içindir.

İman nuru, kalp gözünün önünü aydınlatınca, o insan karanlıktan kurtulur ve huzur bulur. Bu ona sükûnet olarak yansır. Kur’an’da tekraren geçen “Lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn: “Onlara ne korku vardır, ne de hüzün duyacaklardır” âyetinin ifade ettiği hakikat budur. İşte bu hale, “emin olma” hali denir. İman ışığı sayesinde iç gözün önü aydınlanmış, belirsizlik kısmen veya tamamen yok olmuştur. Karanlığın verdiği huzursuzluk yerini huzura, ümitsizlik yerini ümide, güvensizlik yerini güven ve tevekküle, kararsızlık yerini sebata, kuşku ise yerini itimada bırakır. İradeli varlık, bütün bunları kendisine kazandıran imanının nasıl büyük bir değer olduğunu, işte o zaman anlar.

İman ve emanet ilişkisi

İnsanın, kendi tercihiyle ürettiği “iman” adlı bu değerin farkına varması elbet büyük bir aşamadır. Fakat bu, yürüyüşün daha başlangıcıdır. Eğer insan kendi içinde bu yürüyüşü sürdürürse, iman gibi değerli bir şeyi üreten kendi “ben”ini, yani “eşhedu” (ben şahadet ederim ki) diyen “ben”ini keşfeder. Bu keşif, insanın kendi kendini keşfidir. İşte yeryüzünün en eskimez hikmeti olan “kendini bilme”, bu keşifle başlayan bir süreçtir. Sahih bir iman, sahibini bu mübarek sürecin ilk durağına getirip bırakmıştır.

Eşhedu” diyen ben, iman nuruyla aydınlanan gönlünü ve gönül gözünü kendine çevirdiğinde, orada “önceden konulmuş” ve hep “var” olan, kazanılmış değil “verilmiş” olan bir “ben” bulacaktır. Bu, irade sayesinde aklın vicdanla buluşmasıdır. Büyük buluşma, iki denizin kavuşmasıdır. İki denizin kavuştuğu yer (merace’l-bahreyni yeltekıyân) de insan iradesinin ikiz kardeşleri olan akıl ve vicdanla buluştuğu gönül sahilidir.“O size imanı sevdirdi” (49:7) ilahi kelâmı da böyle gerçekleşir. Kişi, kendisini beniyle buluşturmak için, ışığıyla kendisine kılavuzluk yapan imanı sever, emn ve güven halinin huzurunu hisseder. Bu huzur, ondan sonra biri kötü diğeri iyi olan iki şekilde kullanılabilir.

Kötü kullanımı, yolcuyu yolda koyan bir “müsekkin” ve bir “rahatlatıcı” olarak kullanılmasıdır. Bu takdirde huzur, insanı yola yatıran manevi bir uyuşturucuya döner. İman ise, sahibini geliştiren bir imkân olarak kullanılmak yerine, sahte bir emn hali ve geçersiz bir garanti belgesi hüviyetine bürünür. İyi kullanımı da imanın yolcuyu gayrete geçirici bir imkâna ve bitimsiz bir yakıta dönüşmesidir.

Bunun şartı ise kişinin vicdanı sayesinde önceden var ve hazır olarak bulduğu ben’inin kendisine emanet edildiğini idrak etmesidir. Buna ben idraki diyoruz. İmanın ne büyük bir değer olduğunu bilmek, insan kendi ben’ini idrak ettiği zaman işe yarayacaktır. Zira, ilki emanet bilinci mektebine kaydolmak, ikincisi ise bu mektepten şahadetname almaktır.

“Ben idraki Şahadetnamesi”’ni alan insanın hiç unutmaması gereken hakikat; başkalarının “benim” dediği her şeyin “emanet” olduğu hakikatidir.

Sorumluluk bilinci olan takva’nın yerleşik hali olan bu şuur, insana, imana erince kurtuldum dediği o tedirginliği yeniden yaşatır. Fakat bu tedirginlik imandan önceki tedirginlikten farklı bir mahiyettedir. İmandan önceki tedirginlik bir havf (korku) hali iken, ben idraki ile emaneti fark ettikten sonra hissettiği tedirginlik, haşyet (saygı ve ürperti) halidir.

İnsan kendi beninin “sahibi” olmadığını, “benim” dediği beninin bile kendisine emanet olduğunu idrak ettiğinde, “ben idrakine” kavuşmuş olur. Bu idrak sayesinde emanetin ne kadar büyük olduğunu fark eder. Bunu fark edince, emanet edenin büyüklüğünü idrak eder ve bu idrak onu o Tek Büyük (Ekber) karşısında saygıyla karışık derin bir ürpertiye gark eder. Bu ürperti ile emanete sadakat konusundaki titizlik arasında doğrusal bir orantı vardır. Emanete sadakat konusundaki titizlik, kişiyi, emaneti sahibine ihanet etmeden ulaştırma kaygısına düşürür.

Sual: Elinizde tüm dünyalardan daha değerli bir emanet olsa, onu kime güvenirsiniz?

Cevap: Kendisinden yüzde yüz emin olduğunuz birine!

Kendisinden yüzde yüz emin olunacak biri, mükemmel biri demektir. Zira mükemmel olmayan hiç kimseye, yüzde yüz güvenilemez. Tarih şahittir ki değil ham ervah olanlar, nice kâmil insan bile birçok emaneti zayi etmiştir. En çok güvendiğinize bile küçük de olsa bir hata payı bırakırsınız. Zira kul kusursuz olmaz. Kur’an’ın şahadetiyle, bu kurala peygamberler de dâhildir (80:23). Şu durumda, ne yapmalıdır?

Emaneti, Allah’a güvenmelidir. Zira Allah’ın esma-i hüsnasından biri de el-Mü’min’dir (59:23). Allah, insana güvenmiş ve ona iradeyi emanet etmiştir. İnsan da Allah’ın ilahi güvenine karşılık vermeli ve mü’min olduğunu göstermelidir. Eğer insan, kendisine karşı el-Mü’min olup “güvenen” Allah’a mü’mince bir “güven” duymazsa bu, Allah tarafından “küfür” olarak algılanacaktır. Küfür, büyük nankörlüktür.

İnsan, inkâr etme yeteneğine sahip olmasaydı, iman da edemezdi. Nankörlük etme yeteneğine sahip olmasaydı, sadakat da gösteremezdi. İnkâr etme yeteneği olduğu içindir ki insanın imanı ödüllendirilmektedir. Nankörlük etme yeteneğine sahip olduğu içindir ki insanın sadakati ödüllendirilmektedir.

İnsanı çevreleyen ne kadar değer varsa, hepsi emanettir. Hayat, evlat, eş, servet, ilim, tabiat, dünya ve içindekiler… Fakat insana verilen sayısız emanet içinde en büyük emanet nedir? Bu, diğer emanetlerin emanet olduğunu kendisi aracılığıyla idrak ettiğimiz bir şey olmalıdır.

Allah’ın insana arz ettiği “emanet” nedir?

“İşin gerçeği Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; ve onlar ona (ihanetten) korktular ve emaneti üstlenmekten kaçındılar; nihayet onu insan yüklendi: Ne var ki, o da zalim ve cahil biri olup çıktı.” (Ahzab 33:72)

Bu âyette geçen “emanet” nedir?

Bu soruya, “ibadet” veya “ibadetlerdir” diyen birçok âlim olmuştur. Fakat bu cevabı bizzat Kur’an’a dayanarak daha baştan eleyebiliriz. Zira Me’âric Suresi 32-34. ayetlerde emanet ve namaz aynı bağlam içinde ayrı ayrı zikredilmektedir. Bu durumda Emanet için “namazdır”, “ibadetlerdir” gibi cevaplar geçerliliğini yitirmektedir.

Âyette arz edildiği buyrulan emanet için akla ilk gelen ihtimaller hilafet, irade, akıl veya üflenen ruh’tur.

Şüphesiz “yeryüzünde yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa etme görevi” anlamına gelen hilafet de emanettir. Fakat âyette buyrulan “emanet” ile kastedilen bu mudur?

Âyette kastedilen emanet, el-emanet’tir. Kelimedeki belirlilik “cins” içindir. Türün tamamını kapsar. Bunun anlamı, kastedilen emanetin tüm emanetleri içinde barındıran türden olmasıdır. Yani; “emanetlerin başı”, “diğer emanetleri kendisi aracılığıyla tanıdığımız en temel emanet” vurgusu vardır.

İnsan, Allah tarafından yeryüzünün halifesi olarak tayin edilmiştir. Peki, neden başka bir varlık değil de insan halife olarak atanmıştır? Bu sorunun cevabı, âyette kastedilen emanettir. Eğer durum buysa, âyette “emanet” ile “hilafet” değil, insanın yeryüzünün halifesi olarak atanmasını sağlayan şey kastedilmiş olur.

Âyetteki “emanet” ile kastedilen “irade” olabilir mi? Zira irade, insanın yeryüzünün halifesi olarak tayin edilmesine sebep olan şeydir.

Buna şöyle bir itiraz yapılabilir: Allah emaneti “arz ettiğini” söylüyor. Bir şeyi birine arz etmek, onu muhataba teklif etmektir. Teklif edilen şeyin kabulü de reddi de mümkündür. Bu ise tercih demektir ve tercihin söz konusu olduğu yerde irade şarttır. Eğer böyleyse, bu durumda insan “emanet” kendisine arz edilmeden önce zaten irade sahibiydi.

Bu itiraza şöyle cevap verilir: Âyette emanetin önce göklere, yere ve dağlara arz edildiği, onların emanete ihanetten korktukları için onu üstlenmekten kaçındıkları buyrulmaktadır. Gökler, yer ve dağlar irade, akıl ve şuur sahibi varlıklar değildir. Bazı müfessirlerin bunlara geçici olarak akıl ve şuur verildiğini iddia etmeleri, sünnetullaha da selim akla da aykırıdır.

Eğer durum yukarıdaki gibiyse, insana “irade” emanetinin sunulması sırasında insanın iradeli bir varlık olma zarureti bulunmamaktadır. Göklere, yere ve dağlara nasıl sunulmuşsa, insana da öyle sunulmuştur.

Sözün tam burasında şu sual akla gelmektedir: Peki, o zaman göklere, yere ve dağlara bu “emanet” nasıl sunulmuştur? Bu sayılanlar iradeli varlıklar olmadığına göre, onların kendilerine sunulanı üstlenmekten çekinmeleri, emanete ihanetten korkmaları, ne anlama gelmektedir?

Zemahşeri, A’raf 172’nin tefsirinde, Kur’an’da bazı âyetlerde kullanılan bu üsluba “tahyîl ve temsîl üslubu” diyor. Tahyîl, “Bir hakikati muhatabın hayalinde canlandırma” demektir. Bu ecnebilerin “dramatizasyon” dedikleri şeyin ta kendisidir. Kur’an bu üslubu bazı âyetlerde kullanır (Bkz: 7:172; 41:11). Bu âyet de onlardan biridir. Bu durumda, Allah’ın “irade” emanetinin göklere, yere ve dağlara arz etmesi de tahyîl kabilindendir.

İrade emanetini insanın üstlenmesine gelince… Beşer, daha ruh üflenmeden, kendisine doğuştan bahşedilen basit zekâyı tam kapasite kullanmıştır. Bu yönüyle diğer canlı varlıkları geçmiştir. Allah da beşer içinden seçtiği (3:33) bir ilk halkaya (Âdem) ruhundan üflemiştir. Üflenen ruh, içinde irade, akıl ve vicdan arazlarını taşıyan bir cevherdir. Beşerin, tüm canlı varlıklar içinde basit zekâyı en çok kullanması, irade emanetini kendisinin kabul edeceğini Allah’a lisan-ı hal ile beyan etmesi anlamına gelir.

Allah’ın irade emanetini insana arz etmesi, her bir insan için son saate kadar geçerli olan bir hakikattir. Zira insan, akıl ve baliğ olma yaşına geldiğinde, mükellef/sorumlu olmaktadır. Akil ve baliğ olma yaşı, Allah’ın arz ettiği irade emanetini, insanın zımnen kabul ettiği yaştır. İnsan bu yaşa gelir de hâlâ çocuk gibi davranırsa, onun bu sahte çocuksuluğu, çocuklara has olan “masumiyetine” değil, “sorumsuzluğuna” karine teşkil eder. Büyüğün çocuklaşması bir oluş değil, kaçıştır. Her kaçış bir sorumsuzluktur.

Bu durumda emanet “irade”dir diyebiliriz. İradenin akıl ve üflenen ruh ile ilişkisi ise müsellem bir hakikattir. İrade, akıl ve vicdan üflenen ruhun üçüzleridir. Bunlar, birbiriyle sebep-sonuç bağıyla bağlıdır.

İrade, kardeşleri olan akıl ve vicdan ile birlikte, diğer tüm emanetlerin kendisine bağlı olduğu büyük emanettir. Bu yüzden diğer tüm emanetlere ihanet, irade emanetine ihanetle başlar. Mesela insanın hayat, ilim, sıhhat, evlat, eş, makam, devlet, servet, şöhret vb. emanetlere ihanet etmesinin tümünün ortak noktası irade zafiyetidir. İnsan kendisine emanet edilen bir şey konusunda iradesini tam kullanıyorsa, o emanete ihanet söz konusu olmaz. Kur’an’da irade fiili 140 yerde kullanılır. Bunların bir teki bile isim olarak gelmez. Hepsi fiildir. Zira irade aktifse ve eylem halindeyse var sayılır, değilse yok sayılır. Tıpkı akıl gibi.

Emanetin hakiki sahibi Allah’tır. İnsanın sahipliği mecazidir. İnsan mecazen sahip olduğu emanetleri de bir başkasına emanet eder. Emanet şuuru ve sorumluluğu insanda ne kadar gelişirse, o insan emanetleri başkasına emanet ederken de o oranda sorumlu davranır.

Emanete ihanet zulmün ve cehlin zirvesidir

Emanet âyeti şöyle biter: “Ne var ki o (insan) çok zalim ve çok cahil biri olup çıktı.” Neden? Zira emaneti üstlenen insan, eğer üstlendiği emanete sadakat göstermezse, o takdirde “çok zalim” (zalûm) ve “çok cahil” (cehûl) niteliklerini hak eder.

Âyetin son cümlesi hemen bütün tefsirlerde ve meallerde “Çünkü insan çok zalimdir, çok cahildir” diye anlaşılır ve çevrilir. Bu anlayış, iki açıdan reddedilmelidir:

  1. İnsanın Allah’ın teklifini kabul etmesinin gerekçesi olarak, “çok zalim” ve “çok cahil” oluşunu gösterdiği için.
  2. “Çok zalim” ve “çok cahil” sıfatlarını, insanın tercihinin bir sonucu olarak değil de yaratılışının bir sonucu olarak takdim ettiği için.

Bu bakış, Pavlus Hıristiyanlığının “ilk günah” doktriniyle aynıdır. İnsanı fıtraten bozuk ve kötü ilan eden bu bakışın Kur’an’ın ve Nebi’nin insan tasavvuruyla (30:30) taban tabana zıt olduğu izahtan varestedir. Bu yanlış ve yamuk anlayışa, cümlenin başındaki kâne yardımcı fiilinin “oluş” bildirdiği (keynûnet) ön kabulü neden olmuştur. Oysa bu fiil “sonradan oluş” (sayrûret) bildiren bir vurguya sahiptir.

Klasik anlayışta olduğu gibi insan, “çok zalim” ve “çok cahil” olduğu için Allah’ın teklifini kabul etmemiştir. Aksine o, fıtraten iradeye ehil olanların en başında geldiği için teklifi kabul etmiştir. Fakat eğer yüklendiği emanete ihanet ederse, bu takdirde o “çok zalim” ve “çok cahil” biri olup çıkacaktır. Rabbimiz, insan zalûm ve cehûl olmasın diye emanete nasıl davranılması gerektiğiyle ilgili yol da göstermiştir:

“Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline vermenizi emreder.” (Nisa 4:58).

Dikkat: Başkalarına “emanetleri ehline verin” diye emreden Allah, en büyük emanet olan iradeyi yaratılıştan “çok zalim” ve “çok cahil” birine verir mi? O zaman kendisi emaneti ehil olmayan birine vermiş olmaz mı?

Âyetin üslubuna dikkat! Başkalarına emanet ettiğimiz şeylerin “mülkümüz” değil, “Allah’ın emaneti” olduğunu ifade ediyor. Bu âyetin iniş nedeni olarak Mekke’nin Fethi’nde yaşanan bir olay gösterilir. Kâbe’nin anahtarlarını taşıma görevi birkaç kuşak boyunca Osman b. Talha ailesindedir. Sevgili Peygamberimiz fetihte Kâbe’ye girecektir. Osman b. Talha’dan anahtar istenir. Efendimiz Kâbe’nin içindeki işini bitirip çıktıktan sonra, başta amcası Abbas olmak üzere gözü anahtarda olanlar vardır. Zira anahtarları taşımak Araplar arasında şereftir. Fakat Efendimiz Osman b. Talha’yı çağırtır ve henüz Müslüman olmamış olan bu zata anahtarları verir. Bu olay, emanetlerin önem sırasının, toplumsal olandan bireysel olana doğru olduğunu gösterir. Bir emanet ne kadar çok kişiyi ilgilendiriyorsa o kadar önemlidir. Bu, gayet anlaşılabilir bir şeydir. Zira bir kişinin emaneti zayi olursa o kişi zarar görür, bir milletin emaneti zayi olursa o millet zarar görür.

Emaneti ehline vermeyi emreden âyet, biri açık ikisi zımni üç emri içerir:

  1. Ey emanet dağıtma makamında olanlar! Emaneti yandaşlarınıza, yakınlarınıza, hemşehrilerinize, ırkdaş ve dindaşlarınıza değil; kim o işi iyi yapıyorsa ona veriniz.
  2. Ey emanete almaya aday olanlar! Emanete ehil değilseniz, emanete talip olmayınız. Emaneti istemeden önce, ehliyeti isteyiniz ve ehil olmak için gayret ediniz. Eğer ehliyet sahibi olursanız, emanet sizi bulur.
  3. Ey emanete aday olmayanlar! Emanete ehil olduğunuz halde, emaneti üstlenmekten kaçmayınız. Eğer siz kaçtığınız için emanet ehil olmayan ellerde zayi olursa, bunun sorumluluğuna siz de ortak olursunuz.

Yönetime dair her makam büyük emanettir. Büyük emanet büyük ehliyet ister. Bu ehliyete sahip olmadan büyük emanetin altına girmek, büyük sorumsuzluktur. Büyük emanete yönelik sorumsuzluk, büyük ihanettir.

İçinde yönetmenin olduğu bir makamın iki tür taliplisi vardır: Balarısı tabiatlılar ve sinek tabiatlılar. Balarısı tabiatlılar yönetim emanetine ehil olanlardır. Onlar üretmek için taliptir, tüketmek için değil. Sinek tabiatlılar ise yönetim emanetine ehil olmadıkları halde yönetmek için can atarlar. Onlar sebze ve tahıl zararlıları gibi, tebelleş oldukları nimeti tüketir. Birinin arı veya sinek tabiatına sahip olduğunu anlamanın en iyi yolu şudur: Eğer oturduğu makama değer katıyorsa arı tabiatlıdır, eğer değerini oturduğu makamdan alıyorsa sinek tabiatlıdır.

Baş olmaya layık olanlar, baş olma tutkusuna ait olmazlar. Baş olma tutkusuna ait olanlar, baş olmaya layık olamazlar. Baş olma tutkusuna “sahip olma” değil, “ait olma” dedik. Zira bir şey tutkuyla istenince, isteyen kimse o şeyi elde etse dahi, ona “sahip” değil, olsa olsa ona “ait” olur.

Nasıl ki siyaset emanetse, ilim de emanettir. İlim âlimin fehmine emanettir. İlmin sahibine yüklediği iki sorumluluk vardır: İlki onu üretmek, ikincisi ilminin gereğiyle amel etmektir. İlmi üretmeyenler, ilmin sineğidir. İlmi üretenlerse, ilmin balarısıdır.

İlim kendisini sadece taşıyana “âlim” payesi kazandırmaz. Öyle olsaydı, şimdiye kadar ilmin en sadık taşıyıcısı olan kitaplardan daha büyük âlim olmazdı. Şimdilerde kitapların yerini elektronik kartlar, hafızalar ve arama motorları gibi internet siteleri almıştır. Ne tarihte ne de günümüzde hiçbir âlimin taşıdığı ilim hacim olarak bir arama motorunca barındırılanın milyonda birine ulaşmamıştır. Şu halde âlim, ilmi sadece taşıyan değil, üreten ve yaşayandır.

Servet mülkiyet değil emanettir

Kur’an’da nerede “göklerin ve yerin mülkü” geçse, orada mutlaka “mülk” tahsis lâm’ı ile Allah’a hasredilir. Bunun istisnası yoktur.

Kur’an, bu muhteşem üslubuyla, muhatabının mülk tasavvurunu inşa eder ve zımnen der ki: Ey insan! “Benim” dediklerin, gerçekte senin mülkün değildir. Sana Allah’ın emanetidir. Zira Allah el-Melik ve el-Mâlik’tir. Mülkün mutlak manada yegane maliki O’dur. O mülkünü dilediğine verir. Aslında verdiği şey de onu verdiği kimse de O’nun mülküdür. Mülkünü, mülküne vermiştir.

İnsan kendisine emanet olarak verilenleri kendi mülkü sanmaya başladığında, onlara “sahip” değil, onlara “ait” olmaya başlar. Mesela serveti kendi mülkü sandığında, servete sahip olmaz, servete ait olur. Makama sahip olmaz, makama ait olur. Allah’ın verdiği tüm emanetler birer imtihan aracıdır. Allah bu emanetleri, kulunun sadakat mi ihanet mi edeceğini kendisine göstermek için verir. Kul, bu imtihanda kendi durumunu görecek, ona göre tedbir alacaktır.

Zekât, sadaka, infak gibi karşılıksız vermeye dayalı emir ve tavsiyelerin amacı, insana elindekilerin mülkiyet değil emanet olduğunu hatırlatmaktır. Sadaka’ya bu ad, servet emanetine “sadakat”in göstergesi olduğu için verilmiştir. Servetin emanet olduğu hakikati göz ardı edilerek, israfın haramlığı asla anlaşılamaz. Zira israfın haramlığı rasyonel olarak izah edilemez. İsraf ettiğiniz şey sizin malınızdır, helalden kazanmışsınızdır, hatta haram kılınan bir şeye de harcamamışsınızdır. Fakat israf etmişseniz, helale de harcasanız, haram olmuştur. “Benim değil mi, istediğimi yaparım!” diyemezsiniz. Kur’an; “Senin değildir, sana Allah’ın emanetidir” der, “Eğer böyle yaparsan emanete ihanet etmiş olursun!” der.

İradeyi atıl tutmak emanete en büyük ihanettir

Emanet âyetinde, “emanet” ile kastedilenin, büyük emanet olan irade olduğunu dile getirdik.

Bu ümmetin içine battığı kadercilik batağı, irade emanetine ihanettir.

Allah; “Dilediğim iman eder, dilediğim küfreder” demedi; “Dileyen iman etsin, dileyen küfretsin” dedi. (Kehf 18:29).

Allah; “Hidayetiniz ve dalaletiniz yazgınıza bağlıdır” demedi; “Kim hidayete ererse kendi lehine ermiş olur; kim de dalalete saparsa kendi aleyhine sapmış olur” dedi. (İsrâ’ 17:15).

Allah; “İsteyip istememeniz fark etmez; ne yazdımsa o” demedi; “Benden isteyin ki, vereyim” dedi. (Mü’min 40:60).

Allah; “Sizler Benim yazdığım istikamette gitmek zorundasınız” demedi; “Dileyen istikamet üzere bir yol tutsun” dedi. (Tekvîr 81:28).

Yüce Allah; “Başınıza gelen benim size yazdığım yüzündendir” demedi; “kendi yüzünüzdendir” dedi. (Âl-i İmran 3:165).

Allah; “Biz her insanın çabasını kendi kaderine bağlı kıldık” demedi; tam aksine “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık” dedi. (İsrâ’ 17:13).

Allah; “Ben değiştirmeden siz değişemezsiniz” demedi; “Kendi nefsinizde olanı kendiniz değiştirebilirsiniz” dedi (Ra’d 13:11).

Allah; “Benim kendisine imanı ve salih ameli yazdıklarım kurtulmuştur” demedi; “İman edenler ve salih amel işleyenler kurtulmuştur” dedi. (Asr 113:3).

Sözün özü:

Kadercilik, irade emanetine ihanettir.

Taklitçilik, akıl emanetine ihanettir.

Asabiyet, makam emanetine ihanettir.

Saltanat, hilafet emanetine ihanettir.

Dünyevileşme, servet emanetine ihanettir.

Tek dünyalı bir ömür, hayat emanetine ihanettir.

Mü’minin gayesi, emanete sadakat sahibi emin bir emanetçi olmaktır. Zira emanete sadakat, emanetin sahibi olan Allah’a sadakattir.

 

Yorum Yaz