“İran İran’dan yönetiliyor, ya Türkiye?”

Halkın Mücahitleri örgütü, dünyanın hem en kanlı hem de ABD başta olmak üzere tüm batılılar ve İsrail tarafından en çok desteklenen terör örgütlerinden biridir.

(ABD Kongresi, çoğunu bu tür terör örgütleri eliyle kullanmak üzere daha geçen yıl, İran’a karşı kullanmak için 30 milyon doları CIA emrine tahsis etti.) Önceleri Mesut Recevi’nin, şimdilerde ise karısının liderliğini yaptığı örgüt, komşumuz İran’da çok kanlı terör eylemlerine imza atmıştı. İran, bu örgütün düzenlediği terör eylemlerinde Cumhurbaşkanı Ali Recai ve Meclis Başkanı Beheşti başta olmak üzere, birçok üst düzey yöneticisini kurban verdi.

Amerika ve İsrail başta olmak üzere, İran’ı dünya düzenine boyun eğdirmeye çalışan egemen güçlerin desteklediği bu örgüt mensuplarının tercih ettiği ülkeler arasında Türkiye de bulunmaktadır. Türkiye’nin PKK’ya dolaylı destek iddialarına ilişkin tüm pazarlıklarda, İran tarafının şart olarak Halkın Mücahitleri’ne verilen destek iddialarını masaya sürdüğü öteden beri bilinen bir gerçek.

İşte, bu örgüte mensup olduğunu gizleme ihtiyacı bile duymayan ve deşifre olunca İran’dan kaçarak İstanbul’da yaşayan bir mühendisle hasbelkader yolumun düştüğü bir işyerinde karşılaştım. Ben geldiğimde İranlı mühendisle hazırun arasında derin bir muhabbet sürüyordu. İranlı mühendis, İran’da ‘özgürlüklerin’ olmadığından söz ediyordu. Mühendisin özgürlükten ne anladığını ve gerçek derdinin ne olduğunu, kısıtlanan özgürlüklere verdiği en “önemli” örnekten anlayacaktık: “Mesela” dedi, “Değil içki, alkollü bira dahi yasahtır.” Şivesinden Azeri asıllı olduğunu çıkardım. Orada sıra bekleyen matruş ve kravatlı bir bay, ciddi ciddi bir örgüt mensubu İranlı’ya Türkiye’nin ne kadar özgür bir ülke olduğunu ispatlamak istercesine, “Tabii ki, orda Türkiye’de olduğu gibi canın çektiğinde gideceğin genelevleri de yok?!” demesin mi? Ülkesine övgü mü sövgü mü olduğu açık olan bu soru karşısında benim yüzüm kızardı ve biraz da konuşmanın akışını değiştirmek için yukarıdaki bilgileri aldığım bir dizi sorunun ardından uluslararası sistem karşısında bağımsızlık açısından, altı yıldır yaşadığı Türkiye ile doğup büyüdüğü İran’ı karşılaştırmasını istedim.

Bir rejim muhalifinden zor duyulabilecek şu cevap, hepimizin üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken nitelikteydi:

“Agam, men özüm muhalifem. Fagat, İran İran’dan idare edilir; ya Türkiye?”

İran, İslamla aynılaştırılamaz.

İslam, insanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır. (İşte, bunu ifade için yukarıdaki başlıkta özel isim olarak değil, cins isim olarak küçük harfle yazdım.) Ne İran’ın, ne Turan’ın imtiyazıdır. Ne Arap’ın, ne Türk’ün babasının malıdır. İslamın bir kavme, bir ırka, bir coğrafyaya nispeti hakiki değil, mecazidir. Esasen bu, bizce doğru da değildir. Eğer ille de nispet edilecekse kavimler, ırklar, coğrafyalar İslam’a nispet edilir. ‘Ulusun İslam’ı’ olmaz, belki ‘İslam’ın ulusu’, ulusları olur. Bir coğrafyanın İslam’ı olmaz, belki İslam’ın coğrafyası, coğrafyaları olur.

Yukarıdaki nispet testinden geçirecek olursak, İran’daki devrimi de ikiye ayırmamız gerekir: Devrimin kendini İslam’a nispet etmesi ki, bu durumda devrim “İslamın devrimi” olur; devrimin İslam’ı kendine nispet etmesi ki, bu durumda da İslam ‘devrimin İslam’ı’ olur.

Hiç kuşku yok ki, İran’daki devrim ilk çıkışında kendisini İslam’a nispet etmiş ve İslami endişeleri ön planda tutmuştur. Bu dönemlerde İran İslamlaştırılmaya çalışılmış; bu İslamlaştırma dünya sistemini dehşete düşürmüş ve İslami İran’a çok şiddetli bir ceza kesilmiştir. Bu ceza, herkesin bildiği gibi Saddam’a ihale edilmiş ve on yıl kesintisiz sürecek olan savaş başlamıştır. “İran-Irak savaşı” adı verilen bu savaşın, aslında İran-dünya savaşı olduğu gerçeği, savaş bitip Saddam kendi efendileri tarafından “kötü adam” ilan edilince anlaşılmıştır.

Derin devlete karşı “Allahuekber!”

İran, özellikle devrimin İmamı Ayetullah Humeyni’nin 1989’daki vefatının ardından, içten içe gittikçe şiddetlenen bir iktidar rekabetine sahne olmuş, bu süreçte devrimin birinci ve tartışmasız önceliği “İslam” olmaktan çıkıp “İran” olmaya doğru yönelmiştir. Bu gelişme “İslamın devrimi” olma sürecini başkalaşıma uğratarak “devrimin islamı” sürecine dönüşmüştür. Bu da doğal olarak “İran’ın İslamlaştırılması” işleminin daha farklı bir mecraya, “islamın İranlaştırılması” mecrasına kaymasına neden olmuştur.

İslam İranlılaştırıldığında, İslam’ın Şii yorumunun Sünni yorumdan farklı olarak hiyerarşik ve kısmen yalıtkan din adamları sınıfını bünyesinde barındırıyor olması, süreç doğru işlerken bir avantajken, süreç ters işlemeye başlayınca bir dezavantaja dönüşmüş, baskıcı ve tek sesli bir yönetim anlayışına kapı aralamıştır.

Şimdilerde İran’da olanlar, kökleri üç yüz elli yıl öncesine kadar giden usuli-ahbari, bir başka ifadeyle “tecditciler-muhafazakarlar” kavgasıdır. “Ben”i geleneğe mahkum eden muhafazakarların elinde olan İran derin devleti, geleneği “ben”e taşımak isteyen “tecdid” yanlılarının sesi olan Cumhurbaşkanı Hatemi’nin önünü kesmek istiyorlar. Hepsi de İran derin devletinin eseri olan 15’e yakın faili meçhul cinayet (bizde 15.000), Tahran Belediye Başkanı Kerbasçi’nin sudan sebeplerle tutuklanıp yargılanması (Kerbasçi şu anda serbest, İstanbul Belediye Başkanı Erdoğan ömür boyu yasaklı), önce hepsi de Hatemi destekçisi olan Cemaa(t) ve Rafsancani’nin kızı Faize Rafsancani’nin Zen (Kadın) gazetelerinin kapatılması, ardından yenilikçi/usuli din adamlarının çıkardığı Selam gazetesinin kapatılması (İstanbul’da çıkan Selam gazetesinin Yazı İşleri Müdürü Aydın Koral hakkında istenen ceza 250 yıl)… Bu sonuncusu bardağı taşıran son damla oldu ve İran derin devletine karşı seslerini yükselten öğrenciler, derin devleti ‘devrimin ilkelerine sadakate’ çağırarak hep birden haykırdılar: “Allahuekber!”

Bizdeki tulumbacı takımının etekleri zil çalıyor; cehaletleri ise paçalarından akıyor. Onlar, İran’a aşk u şevk ile saldırırken, İran’ı İslam’la özdeşleştirerek saldırıyorlar. Oysa “Allahuekber!”in manasını bilen hiçbir Müslüman, islamın İran’la Turan’la özdeşleştirilemeyecek kadar yüce olduğunu bilir.

( 19 Temmuz 1999 )

Yorum Yaz