Can kuluna hidayet ver Allah’ım!

Ey özgürlüğün ve güvenliğin kaynağı olan Allah’ım!

Ey insanın özgürlüğünü kıskanmayan ve ondan zarar görmeyen yegane varlık! İnsanın kaderini kendi seçimine bağlayan Sensin. Sapmayı dileyeni saptırır, doğru yolu dileyene hidayet edersin! Allah’ım!

Can kulunla ilk defa bir stüdyo ortamında birlikte oldum. Bu ülkede, hayatlarını Senin iraden istikametinde yaşamak isteyen Müslümanları “yerliler”, onlara maddi ve manevi soykırım uygulayanları da “kovboylar” olarak nitelendirmiştim. Ankara’nın bu “beyaz çocuğu”, “Ben kovboy olmak istemem” dedi.

Yüzüne baktım, içtenlik gördüm; kaşarlanmamış bir yüzdü bu, maske değildi, kendi yüzüydü. İçim ısındı, zalim olmaktan rahatsız olan bir yürekti karşımdaki; kendi doğasına henüz yabancılaşmamış bir yürek; orada, onun için, Sana iyi dileklerde bulunduğumu bugün gibi hatırlıyorum.

Allah’ım! Sen, alemlerin Rabbi olan Allah’a hitaben bir yazı kaleme almış.

Yazıyı okuyunca, Allah’ına küfredilen her mü’min gibi, ben de öfkelendim.

Kızgınlığım, bir müddet sonra yerini hüzne terk etti, şimdiyse dua ve utanca. Utandım, hem onun adına hem kendi adıma; çünkü hoyrat eller, bu iman yurdunun körpe yavrularının imanlarını kundaklarken biz görevimizi yapmamıştık. Utandım ve suçlandım.

Dua ettim Allah’ım bu asi kuluna, hidayet dilendim onun için; çünkü o ve onun gibiler mükellef salonların loş ışıkları altında varlık sancısı çekmediler; ne “ben” derken kendilerini, ne “Tanrım!” derken Seni, ne “halkım!” derken bu milleti tanıyorlardı. Elhasıl, onlar modern cahiliyenin diri diri gömdüğü çocuklardı.

Allah’ım! Hakikati inkarı hayat tarzı edinen bu kulun “tevekkül gelmiyor içimden” diyor. Abes söz söylüyor. Tevekkül etmek vekil kılmak, dayanmak, güvenmek, yaslanmaktır; egosuna ve içgüdülerine yaslananlar Sana nasıl yaslansınlar? Tevekkül “iman” ister, “iman” Allah’a güven demektir, iman etmeyen nasıl tevekkül etsin?

İsyanını cesaretine, inkarını cehaletine, korkusunu ahirete inanmayışına ver. Onun isyanının temel nedeni, yüreğinin ta derinliklerinde yatan “korku”dur; depremde ölenlerin şahsında kendi ölümünü görüyor. “Ölüye giden herkes kendi ölüsüne ağlar” sözünü hatırlatırcasına, bu kulun, aslında kendi ölümüne ağıt yakıyor. Bu insani bir endişedir, anlıyorum; fakat Sana karşı hırçınlığı… Ben, bunu imanı kundaklanmış bir insanın ölüm karşısındaki acziyetine veriyorum.

Onun tek dünyası var. Senin katında mazeret sayılmaz biliyorum ama o ölümü; bitiş, yok oluş sanıyor. Ne yapsın zavallı, elindeki tek dünya da alınınca, geriye nesi kalır ki? Onun Sana karşı diklenmesi, Beydaba’nın Fabl’ındaki, aslana diklenen serçeyi anımsatıyor.

O seni nasıl anlasın Allah’ım? O ve onun gibi imanı kundaklananlar seninle tanışmadılar, kendileriyle tanışmadıkları-yüzleşmedikleri gibi; kurban kuşağın mensupları onlar; yolu unuttular, yolcuyu unuttular, menzili unuttular. Kromozomlarına inkar şırınga edildi onların; baktıkları halde göremeyişleri bundandır. Kendi kendilerine, Allah’a insana ve eşyaya yabancılaştırılmış bir garip kuşaktır onlar… Ki hikayesi hazin…

“Bin yıllık mü’minler toprağı”ndan söz eden Can kulunun, o toprağın bıtırak tarlası haline getirildiğini, Senin dinine karşı savaş üssü yapıldığını, isyan odağı kılındığını görmesi için kendisine bakması yeter. Yeter, fakat yangın söndürmeye giden tulumbacının eteğindeki yangını fark etmesi gerek.

Allah’ım! Can kulun Seni nasıl anlasın? Senin Kitabı’nda “istikbal” kavramının karşılığı olan “ahiret”, onun kitabında “dünya”ya; “adalet” “zulme” dönüşmüş; Senin kitabında hayır olan, onun kitabında şer; Senin Kitabı’nda kurtuluş olan şey, onun kitabında batış ve bitiş. O senin gör dediğin yerden bakmıyor ki Allah’ım!

O yalnız Seni değil, bu ülkenin insanını da anlayamaz! İstemese de, nihayet o da bu ülkenin beyaz kovboylarına mensup. Yalın ayakla dolaştı mı hiç Can kulun ki yalın ayaklıları anlasın? Tavuğu yumurtlarken gördü mü? Hiç yanık buğday tarlasında rahmet bekledi mi ve hiç köy yollarında ebesiz doğum yapan rujsuz kadınlar gördü mü? Tarlasının başında rahmet bekleyen dudağı çatlak çiftçinin elinden Allah’ını alınca yerine ne koymayı düşünüyor? Ebesiz doğum yapan ananın ıstırabını hafifleten “Allah’ım! Allah’ım!” yakarışlarının yerine, “Ulu doğam! Yüce materyalim!” sözcüklerini mi düşünüyor?

“Ankara kastı”nın mensupları, Anadolu insanını da, kendileri gibi “inkar” lüksüne sahip mi sanıyor?

Allah’ım! Yanan bir binanın iç odasında uyuyan birini sarsarak uyandıran,  uykusunu böldüğü için onun nefretini üzerine çeker; zavallı, bu sarsmanın kendisini yanmaktan kurtarmak için olduğunu bilinceye kadar küfreder. Uyanıp dışarı bir çıksa, anlayacaktır kendi aleyhine olarak algıladığının kendi hayrına olduğunu… Fakat…

Rabbim! Senin de takdirindir ki, inkar bir tercihtir; tercihini küfür yönünde yapana sözüm yok, fakat tercihinde ciddiyetsiz ve iki yüzlü olanadır sözüm. Bu kulun “işte o yüzden biz, o talihsiz kullarınla beraber toprağa verdik itikadımızı” gibi laflar ediyor. İtikadının olup olmadığını Sen daha iyi bilirsin. Seni aldatmak ne mümkün? Ya niçin böyle söyler isyankar kulun?

Üstelik ölenler adına konuşma yetkisini nereden alır? Kovboylara mensup olmanın refleksif dışa vurumu mudur bu? Dahası, deprem gibi bir felaket, ateizm propagandasına nasıl alet edilir; bir depremden kaç inkar çıkarılır, kaç inkarcı yoldaş imal edilir, ben bilmem ki Allah’ım!

Allah’ım! Can kulunun kusuruna bakma! Onun zihni, aldığı eğitim sonucu pozitivist hurafelerle dolu; bu yüzden ölümü “kayıp”, depremi “yıkım” olarak algılıyor. Durduğu yerden öyle görünüyor; kayıp olarak gördüğünün kazanç olma ihtimalini aklına dahi getirmiyor.

Can kulun hiç ölmedi ki Allah’ım! Ait olduğu “kast” ölümü anlayabilmesini de imkansız kılıyor. Kendince, ölen bebelere ağıt yakıyor. Bu, bir yerde işin edebiyatı; bir de acıyanlar mütehakkim bir eda takınırlar, o edayı Can kulunda da görüyoruz, tepeden baktığı halkı “zavallı” gören bir göz bu; ama geçelim bunları da, şunu geçemeyiz: Eminim ki, acıdığı, kayıp olarak gördüğü o ruhlar da, Can kuluna tebessüm ediyorlardır; “Vah! Zavallıya bak, kendi haline yanacağına bize ağıt yakıyor! Biz, bir gün nasıl olsa terk edeceğimiz geçici dünyamızı kaybettik; o ise ebedi ahiretini yıkıyor, gerçek istikbalini yitiriyor; fakat farkında bile değil” diyorlardır.

Allah’ım! Nebi, Ömer b. Hattab ve Ebu Cehil’i kastederek “İlahi! İki Ömer”den birini!” diye yakarıyordu. Çünkü küfründe samimi olanın imanında da samimi olacağını biliyordu. Umarım bu asi kulun da küfründe samimidir. Yani Ebu Leheb gibi pazarlıkçı, çıkarcı ve ciddiyetsiz değil; Ebu Cehil kadar inkarında samimi ve ciddidir. İşte bu zanla biz de Peygamber’in Uhud’daki duasını yineliyoruz:

Allah’ım! Can kulunu ve imanı kundaklanmış tüm insanımızı bağışla, onlara imanın lezzetini tattır; çünkü onlar bilmiyorlar.

Ve bizi de affet; çünkü biz, depreme gösterdiğimiz ilgiyi, depremden daha büyük bir felaketin kurbanı olan kurban kuşaklara karşı göstermedik.

( 30 Ağustos 1999 )

Yorum Yaz