Bu soruya Diyanet cevap vermeli

Bu köşede haftada bir okurların suallerine cevap vereceğimi duyurmuş, bir önceki yazımı da “soru sormanın usul ve âdâbı”na hasretmiştim.

Müslüman insanımız, başta dini meseleler olmak üzere, birçok konuda bilmediklerini öğrenecek merci sıkıntısı çekiyor. Sağ olsun, bu konuda Diyanet, müftüler ve müftülüklerdeki ilgili birimler, karınca kararınca Müslüman halkın sıkıntısını gidermeye çalışıyorlar. Fakat güven problemi bilinen nedenlerden dolayı henüz aşılabilmiş değil. Kolay aşılabilecek gibi de gözükmüyor.

Bunun temelinde, çoğu geçmişte kalan Diyanet’in itibarını sarsan uygulamalar geliyor. Fakat ondan daha derinde, Devlet’in dine yamuk ve yanlı bakışının sebep olduğu güvensizlik yatıyor ve bu noktada söylenecek söz çok. Bu, esasa ilişkin bir problem. Bir de şu var: Verilen cevaplar, gerek cevaplayanların ilmi yetersizlikleri, gerekse memur olmalarının getirdiği kimi çekince ve kaygılardan dolayı yeterli ve ikna edici olmuyor.

Bu fiili durumun sıkıntısını ise bizler çekiyoruz. Zira bazı dini meseleler kişisel fetvalardan ziyade kurulların ele alıp cevaplaması, hatta çözmesi gereken meselelerdir. Meselenin hukuki tarafı vardır, siyasi tarafı vardır, idari tarafı vardır, ekonomik tarafı vardır. Çok boyutlu ele alınıp kaynak metinlerin yeniden okunması yoluyla ulaşılacak yeni hükümlere ihtiyaç vardır. Bu sadece cesaret gerektirmez, aynı zamanda kolektif dirayet ve ehliyet de gerektirir.

Ortalama Müslümanın aklına “fıkıh” deyince “ilmihal” gelmektedir. İmam Ebu Hanife’ye atfedilen fıkıh tarifi aslında hayatın bütününü kapsar: “Ma’rifetu’n-nefs mâ leha vema aleyha” (Kişinin hak ve yükümlülüklerini bilmesi). Bu nedenle “fıkıh”, esasında hayatın tüm alanları üzerinde derin düşünce (tefakkuh) yöntemiyle sabit naslardan yola çıkarak dinamik çözümler üretme faaliyetini ifade eder.

Bu kısa girişten sonra ilk soru-cevap faslına geçebiliriz. Kahramanmaraşlı okurumuz Ali Erdemoğlu bir soruyu -daha doğrusu sorunu- dile getirmiş. Bazı küçük düzeltmelerle aşağıya alıyorum:

“2004 döneminde Allah (cc) nasip etti ve hacca gittim. Bu yıl ise hac için para biriktirirken vefat eden babamın haccını kaldırmak ve 63 yaşında, 135 kg ağırlığındaki anneme kutsal vazifesinde yardım ve hizmet etmek ve günahlarımdan biraz daha arınabilmek, karnında attığım bir taklanın hakkını ödeyebilmek için tekrar gidecektim! Ancak; hiçbir şekilde kaydımın kabul edilemeyeceğini söylediler. Bu, anne babaya ihsanı emreden dinimize uyan bir karar mı? Size ve sizin aracılığınızla tüm yetkililere sormak istiyorum. Maddi durumum olmadığı halde gitmeme müsaade edilecekse eşimi götüreyim dedim, o da olmuyormuş. Benim gitmeme bağlı 2’si yaşlı olmak üzere 3 kişi var.

Ölüm genç yaşlı dinlemez biliyorum ama yaşı ilerlemiş insanların imtihanını tamamladığından daha yakın olduğunu hep duyarız. Ben gidemediğim için hacca gidemeyecek olan annem eğer hayata veda ederse Suud hükümetinin koyduğu kotaların yanında, böyle aile içi görevleri hiçe sayan kararlar alan yetkililer, ahir zamanda nasıl hesap verecek? Oraya Cenâb-ı Hakk’ın nasip ettikleri gider. Siz bırakın ben annemle yazılayım, eğer Allah (cc) nasip etmemişse zaten gidemeyiz! Ayrıca sormanızı istiyorum onlara; kendileri her istediğinde oralara giderken, bizim gibi halktan Müslüman kişilerin yazılma hakkını dahi almak reva mı?”

Okurumuzun haklı olduğu noktalar var. Bunların başında hac farizasını “refakatçi” olmadan eda edemeyeceklerin mağduriyeti geliyor. Kaldı ki, genç hanım hacılara, mahremsiz gidiş hakkı da tanınmıyor. İyi de, mahremi önceden hacca gittiyse hac üzerine farz olan hanımın bunda suçu ne? Bu ayrı bir kategori olarak ele alınmalı ve onlara mükerrer hacı muamelesi yapılmamalı.

Okurumuz, Diyanet görevlilerinin “görev” adı altında tekrar tekrar hem de hacının cebinden harcırah alarak gitmesini de merak ediyor. Umarım ilgililerin mukni bir cevabı vardır.

Yorum Yaz