Kendini kaybetmek

Kalp. Peygamberimizin bir hadisinde de geçtiği gibi, “inkılab eden”, “sürekli devinen”, “bir kararda durmayan” anlamına gelir.

Yani “dönek”.

Yerinde duramaz uçarı bir çocuk gibidir kalp. Alı görüp ala, şalı görüp şala heveslenir. Bazen arıdır, bal yapmak için çiçeğe konar. Bazen sinektir, aşırmak için başkalarının ürettiği bala konar.

Kalp vardır, imana saray olur.

Kalp vardır, imana zindan olur.

Kalp vardır, gül saksısına benzer. İçinde gül yetiştirdiği için gül kokar.

Kalp vardır, fosseptik çukura benzer. İçi çöplüğe döndüğü için zibil kokar.

Kalp beden ülkesinin başkentidir. Dil dudak, göz kulak, el ayak hep oradan yönetilir. Bütün organlar bu başkentin taşrasıdır. Komuta mahalli kalptir. Orada iman iktidardaysa, organlar üzerinde imanın sözü geçer. Şeytan iktidardaysa, organlar üzerinde şeytanın sözü geçer.

Sevgili Nebi, muhataplarının dikkatini sürekli kalbe çeker. Kendi dikkati de sürekli kendi yüreğindedir. Bu nedenle öyle der: “Kalbimde hafif bir oynama hissederim de, o gün yüz defa Rabbimden af dilenirim.”

Onun en sık tekrarladığı dualarından biridir:

“Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzre sabit kıl!”

Müşriklerin işkence altında putlarını övmeye zorladıkları Ammar, sonunda dayanamayarak istediklerini söylemiş, bundan dolayı yüreği yanık gözü yaşlı bir biçimde Rasulullah’a gelmişti. Adeta yıkılmıştı. Yaptığının telafisi imkânsız bir hata olduğunu düşünüyor, “ölseydim” diyor, başka bir şey demiyordu.

Hz. Peygamber, “kalbini nasıl buluyorsun?” diye sordu. “imanla dopdolu” cevabını alınca, “Yine işkence ederlerse, sen de aynı taktiği yine kullan” buyurarak teselli etti.

Evet, işte böylesine merkezi bir işlevi olan kalp, gerçekte neydi?

Kur’an’a göre bu kalp, “kan pompası” olan kalpten başka bir şeydi.

Çünkü Kur’an şöyle buyuruyordu: “Bu (vahiyde) bir kalbe sahip olan kimseler için alınacak öğütler vardır.” (50.37)

Bizim bildiğimiz, herkesin kalbi yok muydu?

Vardı ama, Kur’an göğsünde bir kan pompası taşıyan herkesi “kalp sahibi” saymıyordu. Ondan hayvanlarda da vardı. Üstelik hacimce daha da büyüktü. Daha fazla kan pompalıyordu. Fakat Kur’an onları muhatap bile almıyordu.

Kur’an “bir kalbe sahip olan kimse” derken; arayan, merak eden, soran, kuşku duyan, iman eden, seven, özleyen, sızlayan, inleyen, yanan aktif bir yüreği kastediyordu. Böyle olmayan kalbi kalpten saymıyordu. “Kalpleri var onunla akletmeyi bilmezler” diyordu. Yani Kur’an kalp derken; “akleden, fikreden, tefekkür eden, tezekkür eden, tedebbür eden, tefakkuh eden” bir kalbi, daha doğrusu bir “iç dünyayı” kastediyordu.

Onun için de “Aklını kullanmayanları Allah pisliğe mahkûm eder” diyordu vahiy.

İç dünyasını vahye inşa ettirenler, Allah’ın nuruyla bakarlar, o nurla görürler, o nurla yürürler, o nurla tutarlardı.

İç dünyasını vahye inşa ettirmeyenlerin, yani kalbine sahip olamayanların, belli bir müddet sonra ellerine, dillerine, ayaklarına, gözlerine, kulaklarına da sahip olamayacakları aşikardı. En sonunda kendilerine sahip olamayacaklardı.

Kendine sahip olamayanlar, kendini kaybetmeye mahkûmdular.

Söyler misiniz; kişi kendini kaybettikten sonra, dünyayı kazansa ne olur?

Yorum Yaz