İbn Teymiyye ve bir eseri üzerine

Bunlar, İbn Teymiyye’nin Der’u Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl (Akıl ve Nakil Arasındaki Çelişkinin İzalesi) adlı önemli eserinden bir miktar tasarruf yaparak çevirdiğim satırlar.

“Şeytanın insanın kalbine ektiği vesvese ve kuşku tohumlarından nasıl kurtulunur? Bunun iki yolu vardır. Bir benzetme yapacak olursak, bir köpek yolunuzu kesip size saldırmaya kalksa, iki şey yaparsınız: Ya onu taşla sopayla kendinizden uzaklaştırmaya çalışırsınız, ya da köpeğin sahibine rica eder, onu sizden uzaklaştırmasını istersiniz.

Zorunlu bilgiler dışındaki alanlarda birinin vesvese ve kuşkularını gidermek için delil ve akıl yürütme yöntemi, köpeği taş ve sopayla uzaklaştırmaya benzer. Fakat bu durumda iki ihtimal vardır; korkup kaçabilir de, üzerinize gelebilir de. Bunda bir zorluk vardır. Fakat vesvese ve kuşkulardan kurtulmak için Kur’an’ın ve Nebi’nin tavsiyesi olan Eûzü-Besmele, köpeğin sahibine ricada bulunmaktır. Bu daha kolaydır.”

17. ASAM müzakeresinin konusu bu eserdi. Dikkatimi çeken bu satırları, siz okurlarımla da paylaşmak istedim. Daha bunun gibi bir dolu orijinal tespit, tahlil, tenkit, telif ve temyiz içermekte kitap. Bir gazete köşesinde hangi birini aktaracaksın.

Eseri okuyunca, şu itirafı yapmaktan kendimi alamadım: Öncekiler bilgi ve tefekkürün cefasını çekti, biz sefasını dahi sürmekten aciziz. Onlar bu eserleri üretmek için hayatlarına mal olan mücadeleler verdiler, bizse okumak için zaman bile ayıramayacak kadar kadir bilmez ve dahi ehliyetsiz hale geldik.

Eğer üzerine oturduğumuz hazineyi keşfetseydik, bize orijinal gelen birçok yeni düşünce ve yaklaşımın, çok önceden hem de kendi kaynaklarımızdan yola çıkılarak üretilmiş olduğunu görürdük.

Konuya birazcık ilgi duyan herkes bilir: Heidegger’le başlayıp Gadamer ve diğerleriyle gelişen akım, Aristo’ya kadar giden Batı düşüncesine yöneltilmiş köklü bir eleştiriydi. Aristo’nun sûrî mantığı ve onun üzerine bina edilen kartezyen felsefe, “bilgi” ile “varlığın” arasını ayırdı. Bilmekle var olmanın arasındaki ontolojik bağ koparıldı. Bilmenin, eşya ambarından bilgi aşırmak olduğu sanıldı. Bu tür bir yaklaşımda bilinenin ne “olduğu” değil, bilenin onu ne olarak “gördüğü” öne geçti.

Oysaki bilmek, bilgi objesiyle diyaloga girmek, onunla varoluşsal bir irtibat kurmak, onunla söyleşmek demekti. Bu da ona saygı duymayı getirirdi. Onunla aynı mensubiyeti paylaştığınızı keşfeder, bu da sizi tevhid-i kevnîye götürürdü.

Bilginin ontolojik olduğunu Nicolai Hartmann vb. gibilerinden Batı yeni yeni keşfetti. Fakat bunu tüm peygamberler zaten böyle tebliğ etmişti. Tüm vahiyler bunu söylüyordu. İbn Teymiyye bu eserinde, Aristo mantığı üzerine oturan İslam felsefe ve kelamın yöntemini kökten eleştiriyor ve bunun vahye uygun olmadığını söylüyordu. Bunu ispat için de dev bir eser kaleme alıyordu. Der’u Tearuz işte bu eserdi.

Üstat bu eserinde aklın önüne yepyeni imkanlar açıyor, klasik üçlü tevhid tasnifinin yerine ikili bir tevhid tasnifini koyuyordu. Dahası, bütün bunların temeline bilginin ontolojik olduğu tezini yerleştiriyor ve “zaruri bilgi” dediği bilgi türünü insan fıtratının ilahi formatı olarak sunuyordu. Bu meyanda diyordu ki: “Bizim bilgimiz bilinen üzerinde hiçbir kalıcı etki meydana getirmez… Varlık, oluş itibarıyla bilinmeye muhtaç değildir. Biz bilmemiz ya da bilmememiz varlığın kendi varoluşsal gerçeğini değiştirmez. Bizim bilgimize muhtaç olmaksızın o orada öylece durmaktadır.”

İbn Teymiyye buradan yola çıkarak kelamcıların yöntemine kökten eleştiriler getirmektedir. Ona göre bir kimse “zorunlu bilgiyi” reddediyorsa, onu ikna için uğraşmak gereksiz yere yorulmaktır. Bu kişinin durumu artık ilahiyatın değil psikolojinin ya da kriminolojinin konusudur. “Taş serttir”, “kar soğuktur”, “insan ölümlüdür” diyen birine itiraz edeni, neyle ikna edeceksiniz ki?

İbn Teymiyye bu noktada şu güzel tespiti yapar: “İnsan ne zaman gözlem yapar, aklını kullanır, bir şey üzerinde yoğunlaşarak tefekkür ederse, fıtratında zaten yapısal olarak gizli bulunan zorunlu bilgiler onun (akleden) kalbinde çimlenmeye, yeşermeye ve gelişmeye başlar. İşte bu nedenle kul namazının her rekatında Fatiha okurken Allah’tan doğru yola yöneltilmesini diler.”

İbn Teymiyye’nin bu eserde baştan sona yapmaya çalıştığı şey, İbn Rüşd hariç Müslüman filozof ve kelamcıların “naklin akılla çatışmasının mümkün olduğu ve bunu gidermek için tevilin şart olduğu” tezini çürütmektir. İbn Rüşd vahiyle aklı bir annenin iki göğsünden emen süt kardeşler olarak tanımlıyordu. İbn Teymiyye ise, bu ikisini, “aynı gayeyi gerçekleştirmek için var olan iki araç” olarak tanımlar.

Bu yazıyı, İbn Teymiyye’yi zindan zindan süründürenlere verdiği şu ölümsüz cevapla bitirelim: “Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Ben cennetimi yüreğimde taşıyorum, nereye gitsem o benimle gelir. Hapsedilmem halvet, sürgün edilmem hicret, öldürülmem şehadettir. Değil mi ki göğsümde Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti vardır!”

Yorum Yaz