“Yeniçeri aklı” hâlâ hayatta mı?

“İbretlik Bir Hikaye” ile başlayıp, “Yeniçeri Sadrazamın Kellesini İsteyince” diye devam ederek, ta buralara kadar geldik.

İnsanın ilgili ve dahi bilgili okurlarının olması, şükrü eda edilmesi gereken büyük bir nimet. Okurun iyisi, okuduğu yazının nesnesi değil, öznesi olandır. Özne olan okur, okuduğu yazıyla ve onun yazarıyla tasavvur düzeyinde de olsa diyalojik bir ilişkiye geçer.

Bu ilişki bazen tasavvur düzeyinde kalmayıp, eyleme yansır. E. Keskinkılıç, Prof. Dr. T. Güven, H. Paksoy ve A. Yıldız “Yeniçeri Sadrazamın Kellesini İsteyince”ye ilgi gösterenlerden.

Sayın Keskinkılıç’ın isabetle teşhis ettiği gibi, yazının amacı, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk devlet geleneğindeki güç odaklarının informel yerini tespit” hususunda bir hatırlatmada bulunmaktı.

“Hatırlatmada bulunmaktı” dedim, çünkü başımıza gelenlerin birçoğu, “kasıtlı unutkanlık” adını verebileceğimiz hafıza zaafiyetimiz yüzünden geliyor. “Telifi” beceremeyen bir aklın “temyizi” becermesi mümkün mü? Sentez yapamayan bir aklın, yaptığı analizden “bârika-i hakikat” (gerçeğin kıvılcımı) değil, çıksa çıksa “kabak çekirdeği” çıkar.

Sayın Paksoy “1826 Vakay-ı Hayriye ile Osmanlı tarihte kendi kışlasını ve içinde kim varsa topa tutarak ortadan kaldıran tek Devlet örneği değil midir?” diye sormuş. Bildiğim kadarıyla, evet. Bu sorunun bir eksiği var: Osmanlı, halkın yardımı sayesinde ordusunu ortadan kaldırıp adını “Hayırlı Olay” koymada tekdir; fakat bu “ilk” ve “tek”e, Cumhuriyet döneminde yeni “ilk” ve “tek”ler de eklenmiştir.

Peki, bu olay gerçekten “hayırlı” mı olmuştur?

Uzun vadede, neresinden bakarsanız bakın, hiçbir hayrı görülmemiştir. Yeniçeri Osmanlı’nın sadece “günah keçisi”ydi. Yeniçeri, önceleri, bozulmanın tüm hücrelere sirayet ettiği bir bedende kırılan bir koldu. Bu kol, “kol kırılır yen içinde kalır” mantığınca tedavi edilmek yerine, pansumanla geçiştirildiği için kangren olmuş bir koldu. O kolu o bedenden koparıp atmakla bedenin kurtulacağını sananlar, fena halde yanıldıklarını çok geçmeden anlayacaklardı.

O halde “Vak’a-i Hayriyye” aslında “vak’a-i şerriyye” idi denilebilir mi?

Bir açıdan, evet. Cemil Meriç’in yerinde tesbitiyle “ulema en büyük müttefikini kaybetmişti”. Yeniçeri ocağına ateş düştüğünde, aslında Osmanlı’nın bağrına ateş düşmüştü. “İlmiyye”nin kanadı kırılmıştı. O artık, uçamayan “kuş”tu.

Unutmayalım ki, Osmanlı’daki içten içe gerçekleşen bu bozulmayı daha yüzyıllar öncesinden doğru tespit edip sundukları layihalarla, isabetli çözüm teklifleri sunanlar da, yine beğenilmeyen bu sınıfların içerisinden çıkmışlardı. Taşköprülüzade, Koçi Bey, Katip Çelebi bunların başında geliyordu.

Seyfiyyeden boşalan yeri, kim doldurdu peki?

“Yeni” Yeniçeri doldurdu. Bu “eski” değil, “yepyeni çeri” idi. “Eski yeniçeri”den farkı şuydu: eskisi Avrupa’nın Hıristiyanlarından devşirilirken, yenisi Asya’nın Müslümanlarından devşiriliyordu. Bunların başında II. Mahmut döneminde Fransa’ya “tersine devşirme” olsun diye gönderilen Anadolu’nun cins kafa çocukları gelir. Osmanlı ordusunu eğitsin diye çağrılan yabancı subayların elinde, kimliğine ve benliğine düşman olarak yetiştirilen sözde “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye”nin subayları gelir.

Özetle, “devşirme” sistemi Yeniçeri’den sonra tersine dönmüştü. Artık biz Batıdan değil Batı bizden devşiriyor ve kendisine “Yeniçeri” yetiştiriyordu. Eski Yeniçeri, kazanı “Şeriat isterük!” naralarıyla kaldırırdı. Kazan kaldırma aynen sürdü, değişen sadece sloğanlar oldu. Bu kazanın Meşrutiyet’i getiren süreçte “Hürriyet isterük!” sloğanıyla, 27 Mayıs darbesinde “Çağlaşlık/laiklik isteriz!” sloğanıyla olması, “kimine” göre niteliğe ilişkin bir değişme olarak görülse de, bizce “biçimsel” bir değişmeydi.

Nedeni biraz uzun kaçar. Kısaca şunu söyleyelim ki, eskisiyle yenisiyle “Yeniçeri aklında” ideolojinin, hatta inancın yeri hiçbir zaman birincil bir yer olmamıştır. Çünkü “yeniçeri aklı”, hakikatin değil gücün ve otoritenin peşinde bir akıldır. Bu akıl söz konusu din, iman, düşünce gibi değerlere pragmatik açıdan bakmış, onlara işlevsel ve aktüel değeri üzerinden kıymet biçmiştir.

Ezcümle, endişeye mahal yoktu, gelenek geldiği gibi sürüyordu.

Bizce bu tartışmaya en anlamlı katkıyı, Sayın Yıldız, sorusuyla yaptı: Onun sorusunu biraz aşırı tasarufta bulunarak da olsa, -müsaadeleriyle- şöyle toparlayabiliriz: “Vak’a-i Hayriyye ile sonradan bayram ilan edilen 27 Mayıs darbesi arasında bir ilişki kurulabilir mi?”

Evet, bütün bu yazılıp çizilenlerden sonra bu soruya, “Hayır, hiçbir ilgisi yoktur” dersem, siz buna inanacak mısınız?

Bizde kurumsal hafızanın toplumsal hafızadan kat kat ileri düzeyde ve kavi olduğu ordadayken, bu soru öyle ceffel kalem geçiştirilebilir mi?

Bizce, eğer bir “Yeniçeri aklından” söz edilebilirse, sorunun cevabı sadedinde, “27 Mayıs, Vak’a-i Hayriyye’nin, bilinçaltı düzeyinde de olsa bir rövanşıydı” denilebilir.

 

Yorum Yaz